Küçük Limenis, dersini bitirdikten sonra önündeki rahlede duran yıpranmış coğrafya kitabını temkinli bir şekilde kapattı. Dizlerinden destek alarak doğruldu ve titrek bir mum ışığında bir şeyler okuyan dedesine doğru yöneldi. Yaşlı adamın elinde Ayelflerinin mukaddes kitabı Elrai’nar (Göklerden Gelen) vardı. Kitabın gümüş varaklı işlemeleri, çocuğun gözlerini kamaştırdı. Torununun gelişini gören Sophar kitabı usulca kapattı, aya uzatıp bir kaç kelime fısıldadıktan sonra alnına dayadı ve kitaplığındaki özel bölmeye yerleştirdi. Limenis dedesinin dizine oturdu. Adamın sıska ve damarlı ellerine sarıldıktan sonra ışıl ışıl ve meraklı gözlerle:
“Bana öte diyarları anlatır mısın dede, Saklı Cennet’in de ötesini. Merak ediyorum o uzak diyarları. Hiç yaprağı dökülmediği söylenen Kefaret Ağacı’ndan bahset bana. Ya da suyundan içene uzun ömür bahşedildiği rivayet edilen Hepyeşil Göl’ü anlat. Ormanelflerinin vatanı cezbetti ruhumu. Madem bu minik ayaklarla gidemeyeceğim oraya, büyülü sözlerinle götür beni yeşilliklere.” dedi.
Sophar dişleri görününceye dek gülümsedi ve Limenis’in narin ellerini sıkıca kavradı.
“Görüyorum ki hitabetin yaşının hayli ilerisinde ay ışığım. Ben hem senin şu pirüpak ruhuna, hem de aya aşığım. Deden gibi doğru seçiyorsun sözcüklerini ve bir Ayelfi ozanınınki kadar ahenk tesir etmiş cümlelerine. Ah bir bilsen nasıl mesut oldum. Dipsiz kuyular kadar boş idim; neşeyle, şevkle doldum. Şimdi dört aç kulağını ve beni iyi dinle. Ormanın Çocuklarının kaderi; yazıldı öfkeyle, kinle.” dedi yaşlı adam ve derin bir iç çektikten sonra anlatmaya devam etti:
“Ölümle mükâfatlaralar henüz var olmamış iken, Nyanthill’de bâki olanların kol gezdiği vakitlerde, Rhyarda adında bir avcı vardı. Rhyarda; topraktan bitenin yareni ve muhafızı, Yek Olan’ın kızı, ışığın hırsızıydı. Rhayrda’nın büyülü kazığını çeken iki geyiği vardı: Rostelar ve Vunelvar. Hançeri köreldikçe Rosteların boynuzlarını koparır ve kendine yeni bir hançer yapardı. Yayı gevşedikçe Vunelvar’ın bıyıklarını sökerdi ve Hiçliğe Hapsedilen’in zincirleri kadar gergin yaylar çıkardı hünerli ellerinden. Toprağın Hanımı, Ormanelfler’inin şimdi Nienna diye andığı şehrin yakınlarına kurulmuştu. Topuklarını bastığı yerlerden çimenler fışkırdı, kokusunun sirayet ettiği topraklardan envai çeşit çiçekler türedi. Terinin damladığı arazilerden, türlü yemişler veren ağaçlar yeşerdi. Rhyarda, yarattığı bu cennet bahçesini diğer tanrılara anlattı ve onları evinde ağırlamaktan onur duyacağını söyledi. Bâki olanlar, davete icabet ettiler ve ellerinde hediyelerle Toprağın Hanımının evine geldiler. Rhayarda, Vunelvar’ın bıyığından bir tel kopardı ve yayını iyice gerip ava hazırlandı:
‘Hem sırtınız pek olsun dostlar, hem karnınız tok
Sırtımda sadağım, bir elimde yay, diğerinde ok
Derseniz ki bu civarda meyve, yemiş çok
Biliniz ki onlardan size hiç hayır yok’
dedi ve kızağına binip şanına yaraşır bir ziyafet çektirebilmek için ormanın derinliklerine daldı. Bir süre sonra arkasında sürüklediği yaban domuzu ile geri döndü lakin tanrılar, dayanamayıp meyvelere ve yemişlere dadanmışlardı. Öylesine iştahla yiyorlardı ki, ağızlarından sular fışkırıyor, gözbebekleri kayboluyordu. Rhyarda içini sızlatan bir acı çekiyordu. Sanki tanrılar dişleriyle etini parçalıyor; organlarını çiğniyordu. Hiddet ruhunu esir almıştı. İçindeki öfke ateşi ile tanrıların etrafını tutuşturdu ve hepsini bir alev çemberine hapsetti. Bâki olanlar, feryat figan içinde sağa sola kaçıştırlar ancak çabaları nafile idi. Gözlerini dahi kırpmadan, kardeşlerinin acı çığlıklar atarak yanışını izledi Rhyarda. Ateş sönünce hiddeti de sönüp gitti ve dönüp yarattığı yıkıma bakınca, içini derin bir pişmanlık ve hüzün kapladı. Yalnızlığın o dikenli sureti damarlarında dolanıyor, tenine batıyordu. Nihayete erdirmek istedi yaşamını ancak etrafta kendini asabileceği bir ağaç bile kalmadığını fark edince kahroldu.
Elini sadağına götürdü ve parmaklarının arasına dört ok aldı. Yayını tüm kuvvetiyle gerdi ve dört oku birden yere sapladı. Hiddeti ve kuvveti kadar derin bir çukur açıldı.
Dört kez öksürdü ve dördüncü öksürüşünde boğazından bir tohum dökülüverdi çukura. Bu tohum onun kalbinin ta kendisiydi.
Hançerini çıkardı ve damarlarını kesti. Dört gün dört gece akıttı kanını çukura. Ta ki tüm kanı çekilene dek…
Dört yıl boyunca her gece başında ağladı ve inci gibi parlak gözyaşlarıyla suladı toprağı. Ta ki göz pınarları kuruyana dek…
Kırk yıl boyunca ruhunun ateşiyle ısıttı toprağı. Ta ki içindeki kutsal ateş sönene dek…
Dörtyüz yıl boyunca teninin parıltısıyla ışık saçtı toprağa. Ta ki sararıp solana dek…
Tohum çimlenip fidan oldu ve fidan büyüyüp ağaç oldu. Rhyarda, Rostelar’ın boynuzlarından yapılma hançerini çıkardı ve yerlerde sürüklenen altın sarısı saçlarını kesti. İlmek ilmek işleyip sağlam bir halat haline getirdi. Ağaca bağlayıp sıkıca sabitledi. Birkaç kez kuvvetlice asılıp kontrol etti. İlmiği buruk bir tebessüm ile boynuna geçirdi. İçinde herhangi bir duyguya dair hiçbir emare yoktu. Gözlerini huşu ile kapattı. Dudakları zor bela son kez kıpırdadı ve şu büyülü nağmeler döküldü ağzından:
‘Çektiğim ıstırap ve bedenimin sefaleti
Ektiğim bu tohum, halkımın kefareti
Özgür ruhları asla görmesin esareti
Bir gün eksik olmasın, yüreğinden cesareti
Dört gün dört gece kanım, bu çukura dolsun
İçinde yeşerenler, her daim yeşil olsun
Ulu ağaç, sen halkıma kanatsın kolsun
Sana meyleden düşmanın gün ışığı solsun
Ey ağaç sen ki kayıplara yolsun
Cömertsin hem de yemişleri bolsun
Bir dalını koparan, bin yıl kahrolsun
Sen yeşil kaldıkça halkım var olsun’
Ayakları yerden kesilmeye başladı. İp gerildikçe zayıf bedeni, yukarıya doğru çekiliyordu. Yüzünde hala o kendinden emin duruş vardı ve dudaklarına da o acı tebessüm yer etmişti.
Dört yüz kırk dört yıl sonra ağacın gövdesi yarıldı ve içinden Ormanelflerinin dört atası çıktı. Bunlar Valdar ve ikiz kızkardeşi Valdria, Fäelar ve ikiz kız kardeşi Fäelyn idi. Valdar Fäelyn’e, Valdria ise Fäelar’a eş oldu. Ağacın adını ‘’Hepyeşil Ağaç’’ koydular ve göle ise ‘’Kefaret Gölü’’ dediler. Ağacın gölgesini yuva bellediler ve türeyip çoğaldılar. Yemişlerinden (Dolyron Meyvesi) yiyip güçlendiler ve kuvvetlendiler. Gölden kana kana içip büyüdüler ve serpildiler. Gördükleri her canlıyı O’ndan kabul ettiler ve zorunda kalmadıkça öldürmediler. Ormana saygı duydular ve orman da onları bağrına bastı. İşte böyledir Rhyarda’nın Çocuklarının hikayesi.”
“Peki inanışları ve kültürleri nasıldır dedeciğim? Hala anarlar mı Toprağın Hanımını?” diyerek meraklı gözlerle sordu Limenis.
Sophar, çenesinin altındaki beyaz sakalını okşadı ve devam etti:
“Onlar günde dört kez Kefaret Ağacı’na dönüp dua ederler. Dört yılda bir, Rhyarda’yı onurlandırmak adına bir Ormanelfi kendini Hepyeşil Ağaç’a asar. Bir haftaları Dört gündür ve bir ayları dört haftadır. Her güne Rhyarda’nın ayrı bir ritüelinin ismini koymuşlardır:
Kan Günü(Felafil): Felafilde kan dökmek yasaktır.
Gözyaşı Günü(Tinafil): Tinafilde ağlamak yasaktır.
Ateş Günü(Kunafil): Kunafilde ateş yakmak yasaktır.
Işık Günü(Sirafil): Sirafilde ise gece ışık yakmak yasaktır.
Dört sayısı kutsal kabul edilir. Dörtten az ya da fazla çocuk yapmanın uğursuzluk getireceğine inanılır ve çoğu şeyi dört kez tekrarlarlar. Erkek Ormanelflerinin keçi sakalları, kadınların ise yerlerde sürüklenen saçları gelenekseldir. Onları örgülerle, bitkilerle, çiçeklerle ve boncuklarla süslerler. Doğduklarından sonra asla kesmezler. Çok uzayınca ise boyunlarına dolarlar. Sakalı kesilmiş bir erkek Ormanelfi, tüm kimliğini, onurunu, haysiyetini yitirmiş demektir. Sakalları beyaza çalacak kadar sarı, parlak, ince tellidir ve tıpkı keçeyi andırırlar.”
“Peki Rundiler ile, o minik cüce cinler ile akraba oldukları doğru mu dede?”
“Eğer sana anlattıklarımı iyice belleyip yarın bana layıkıyla anlatırsan, sana Rundilerin ve Ormanın Çocuklarının öyküsünü okuyacağım. Haydi annen gelip de bize çemkirmeden, seni bir an önce yatağına götüreyim.” dedi ve yaşlı adam, bitmek uzara olan mumu nasırlı parmaklarıyla söndürüp Limenis’i kucakladı. Küçük çocuğu yatağına doğru götürürken, kulağına meşhur Ayelfi ninnisi olan Gümüş Çocuk’u fısıldadı:
“Kara peçeli, kara sürmeli atlılar
Sürdüler dört nala, tozu dumana kattılar
Almışlardı istediklerini:
Gümüş çocuğu
Çanların sesi yükselirken
Oklar ardı sıra gelirken
Almışlardı istediklerini:
Gümüş çocuğu
Rüzgar karşılarından esti
Muhafızlar yollar kesti
Ama almışlardı istediklerini:
Gümüş çocuğu”