-Muamma-

Ejderkin’in bir hikayesi

“Gezegenimizin yaradılışında her duygu vardır. Bu duygular, biçimler aldılar ve yaşam gezegende yeşerdi. Sen küçük ve kanadı kırılmış bir kuş olabilirsin, ama kimbilir bundan önceki hayatında ne idin? Bunu ancak Tanrılar bilebilir.”

Kuşun küçük mavi kanadını bal rengi gözleriyle dikkatle inceledi. Kanadı kesinlikle iki yerden kırılmıştı. Ama nerden? Işıksızlık zamanı henüz yeni başlamıştı ve yeni yaktığı ufak ateşin ışığında sorunu tam olarak görmek çok zordu. Her iki pençesinin içinde sarmaladı kuşu. Kuş biraz çırpındı önce. Sonra durdu. Pençelerinin içinden kuşun bedenine akan iyileştirici güce odaklandı. Kuşun zihnini az biraz okuyabiliyordu şimdi. Hayvanın küçücük bedeninden sızan acısı gözlerinin dolmasına sebep oldu. Gözlerini kapattı. Boynunda asılı duran koyu mor renkli taş parıldar gibi oldu. Pençelerini açtığı zaman, kuş kanatlarını açıp çırpıştırdı. Zihninden yayılan acı durmuştu. Kanat iyileşmişti. Kuş ansızın uçuverdi pençelerinden. Ejderkin uzunca bir süre uçtuğu yöne doğru baktı.

Ejderkin, kıtaların ayrılmasından ve büyük soykırım savaşından çok önce Güney batıdaki büyük ejderkin şehri olan Lohikäärmeiden Kaupunki’de doğmuştu. Kimse kadim dildeki ismini bilmiyordu. Onu tanıyan az sayıdaki dostları ona Anglachel derdi. Ejderkin ırkının büyü yapmak için Büyük güneş düğümünde doğmuş olmasına gerek yoktur. Her ejderkin, öğretilirse büyü yapabilir. Bu Tanrı Nae’shul’un onlara bir hediyesidir. Ancak her Ejderkin’e büyü öğretilmez. Ejderkinlerde toplum kast sistemi anaerkildir ve erkek ejderkinler genellikle zor ve pis işlerde çalışırlar. Savaşmak, temizlik ve çöp toplama işleri onların yükümlülüğündedir. Dişi ejderkinler, bilim sanat ve politikayla ilgilenirken, erkek ejderkinler genelde, hizmet işlerinde ustalaşırlar. Ancak Anglachel erkek olmasına rağmen büyü öğretilen bir ejderkin’di ve bunun tabii ki önemli bir sebebi vardı.

Anglachel, gözlerinin üzerindeki ağırlığa daha fazla karşı koymadı ve onları yavaşça kapattı. Sıklıkla ormanda kaldığı gecelerde yaptığı gibi, zihnini boşaltmayı ve çevresinde dolanan bütün varlıkları duymayı denedi. Kulakları ıslak çimenlerin üzerinde dönüp dolanan gece yaratıklarını algıladı. Bu yaratıkların serin çimenlerin üzerinde dönüp durmasını, zihninde dönüp duran düşüncelerin hareketlerine benzetti. Doğar doğmaz Ejderkin anaları tarafından biçilen kaderinin izlediği yoldan daha karışık bir zihni vardı.

Ejderkin Kraliyeti ve bağlı olan şehirleri tek bir Ejderkin anası tarafından yönetilir. Soyları Tanrı Nae’shul’un çocuğu olan toplam 7 ejderkin anasından gelir. Anglachel 2. Ejderkin anası olan armon äiti’nin soyundan gelmektedir. Bilinen adıyla Kraliçe Reiyla’nın hiç bozulmamış soyundan. Ejderkin’lerin üremek için eşlerine ihtiyaçları yoktur ancak yine de tek eşli bir yaşamı tercih ederler. Dişi Ejderkin’ler isterlerse tek başlarına da çocuklar doğurabilirler. Kraliçe Reiyla’nın soyundan gelen ejderkinler de, işte bu şekilde eşsiz üremiş ve bir çok kız ve erkek ejderkinler doğurmuşlardır. Her ejderkin soyu için geçerli olmasa da Kraliçe Reiyla ve Kraliçe Nalus’un soyundan gelen ejderkinler eşsiz şekilde üremek zorundadır. Onların soylarında evlilik yasaklanmıştır. Diğer Kraliçelerin soylarında böyle bir yasak yoktur. Dolayısıyla Anglachel, eşsiz bir şekilde üreyen annesinin tek ve asla evlenemeyecek, kendi çocuklarına sahip olamayacak olan çocuğudur. Anglachel Büyük soykırım savaşından çok önce 378 yılı Cüce zamanı birinci döngüsü 25. Gününde doğmuştu. Ruh hayvanı bir yılandı. Bu Anglachel için gerçekten de uygun bir hayvandı. Gerçekten oldukça tembel, soğukkanlı, temastan hoşlanmayan bir ejderkindi. Hayatta herkesin kendi işine bakması ve yaptğı her şeyi de düzgün yapması gerektiğine inanırdı. Sabırlı ancak uzun vadeli düşünebilen birisi değildi. Bazen duygularının esiri olur ve sonuçlarını iyi hesaplayamadığı kararlar verirdi. Yine de Kraliçe Reiyla’nın soyundan olduğu için oldukça merhametliydi. Üstelik doğduğu günde büyük güneş düğümü olmuştu. Annesi Fyrlaendryl’in anlattığına göre taivaan puutarha’dan, yanan bir taş düşmüştü. Tam da evlerinin bahçesine. Annesi sonrasında bu taşı kasabanın demircisi olan Kylethrin’e teslim etmiş, o da şehirdeki ustası Büyük Tervahyl’e götürmüştü. Taşın içerisinde, Persephone’da rastlanmayan mineraller bulunmuş ve bunun üzerine taş O dönemde hüküm süren Ejderkinlerin 7. Anası olan Bindro’ya gösterilmişti. Baş büyücüler ile birlikte taşın üzerinde kısa bir uykuya dalan Kraliçe Kivun äiti, uykudan kalktıktan çok kısa bir süre sonra o sırada uyanık olan, Ejderkinlerin 1. Anası Diriktih’e danıştı. Sonra ikisi birlikte taşa alev üfleyerek içindeki minerallerin toplanıp işlenebilir bir metal haline gelmesini sağladılar. Daha sonra Kraliçe Bindro, metali dönemin ejderkin komutanı olan Pylarethyl ve bir grup özel ejderkin askeriyle Cücelerin başkenti olan Thar’khar’a gönderdi. O dönemin cüce kralı olan Balgot Blackbane’e bir mektup yazarak, bu metalin kısa bir kılıç olarak dövülmesini talep ettiğini, bu işi de ancak en usta cüce zanaatkarlarının yapması gerektiğini bildirdi. Bu işin bitirilmesi için de cücelere bol miktarda kırmızı yakut ve akik taşı gönderdi.Cüceler, kraliçenin isteğini, onun arzuladığından çok daha mükemmel bir şekilde gerçekleştirdi ve yeni yaptıkları bu kısa kılıcın adını Eroth Aruna koydular. Ejderkin dilinde bu kılıca siunattu maa

dendi ve bu kılıç daha sonra, bir mektup ve koyu mor renkli bir tulevaisuuden kyyneleet ile birlikte Anglachel’in annesi olan Fyrlaendryl’e gönderildi. Mektupta, Anglachel’in gelecekte çok büyük bir büyücü olacağı ve Ejderkin soyu üzerinde çok önemli kararlar vermesi gerekeceği bildiriliyordu. Anglachel’in 52 Yaşına geldiğinde Büyük ejderkin şehri olan Lohikäärmeiden kaupunki’ye gönderilerek büyücü eğitimi alması gerektiği kesin bir dille emredilmişti. Kılıcın ve taşın çocuğun yakınlarında tutulması gerektiği ancak yolculuktan önce ona verilmemesi gerektiği de eklenmişti.

Anglachel, pençelerinden birini yanında uzanmakta olan siunattu maa’ya götürdü. Kılıcın ismi insan dilinde kutsanmış toprak demekti. Gerçekten de kutsanmış bir topraktı çünkü çok uzun yıllar boyunca Tanrıları üzerinde taşımış bir topraktan kopup gelmişti. Anglachel, büyücülerin arasında eğitilmeye alındığı zamandan, Persephone üzerinde gezgin olduğu zamana kadar bu kılıcı çok önemsememişti. Ne zaman ki, gezegen üzerinde dolaşıp önemli görevler peşinde koştuğu zamanlar gelmiş, o zaman kılıç gerçek değerini ortaya koymuştu. Bu kılıç defalarca hayatını kurtarmış, çok zor durumlarda ona avantaj sağlamıştı. Ejderkin büyücüleri istedikleri bütün hayvanların şeklini alabilirler, ancak bunu yaparken zırhlarını ve silahlarını, taşıdıkları bütün yükleri geride bırakmak zorundadırlar. Ancak siunattu maa için bu geçerli değildi. Anglachel ne zaman dönüşse, kılıç da büyülü bir şekilde görünmez oluyor, veya onunla birlikte şekil değiştiriyordu.

Anglachel şimdi gözlerini açtı ve bir yanıp bir sönen yıldızlara dikti. Ulu Kuu’nun ışığıyla yıkanarak, uyuyabilecekti bu gece. Kamp alanı açıktaydı. Şu sıralar Sevandirs’e yakın olmalıydı. Haritasına göre çok uzaktan şırıltısını duyduğu bu güçlü nehir Büyük Beng nehri olmalıydı. Bu nehir İnsan topraklarıyla elf topraklarını birbirinden ayıran, güçlü akışa sahip bir nehirdi. Anglachel bir süredir elf topraklarından insan topraklarına doğru yolculuk yapmaktaydı. Yaratıcı Isä’nın gezegenin ilk yaratıldığı zaman üzerine oturduğu dağ insan topraklarının içinde kalmaktaydı. Daha sonra Tanrı Nae’shul’da Persephone’a ilk indiğinde bu dağın üzerine oturmuştu ve dağ, onun emriyle bir taht halini almıştı. İnsanlar bu dağa Ejderin tahtı adını vermişlerdi. Ejderkinler Valtaistuin Lohikäärmeiden Äidille derdi. Anglachel’in yolculuğu bu dağın eteklerinde kurulu olan Tanrıların Evine doğruydu. Tanrıların evinde her yıl döngüsünde yapılan toplantıya katılmak amacıyla yürümekteydi. Çok yakında bir Büyük Güneş Düğümü daha olacaktı. Son 57 senedir Büyük Güneş Düğümü öncesinde yapılan bu toplantıda, yeni yetişen insan büyücülerinden hangilerine tulevaisuuden kyyneleet verileceğini belirlemek Anglachel’in başını çektiği 4 Ejderkin büyücüsünden oluşan bir heyet tarafından belirleniyordu. Aynı heyet son 10 senedir de İnsan ırkının saygın Başbüyücüsü olan Incubus Wolf ile ortak çalışmalar yürütmekteydi. Heyetin 2 üyesi olan Ejderkinler Strethe ve Iktosh hali hazırda Dear’mysl büyücülük kulesinde Başbüyücü Wolf ile çalışmalar yapmaktaydılar. Bu kule, hem bir büyücülük yüksekokulu hem de insan şehirleri içinde en yetkin büyücüleri seçen ve belirleyen büyücü hocalarının da eviydi.  Anglachel, Strethe ve Iktosh dışında bu grubun son Üyesi de Anglachel gibi bir gezgindi. Ancak Anglachel belirli işleri bitirmek, bir konuyu araştırmak veya öğrenmek, ya da o bölgede yardımına ihtiyaç duyulduğu için seyahat ederdi. Terka’rhyl ise, bir gezgin hayatını bir büyücü öğretmeni olmaya yeğlediği için gezerdi. Bugün ejderkinlerin ve cücelerin kullandığı bir çok harita Terka’rhyl’in elinden çıkmaydı. İhtiyaç duyulan ormanlarda iyileştirme büyüleri yapar, yerellerin işlerinde yardımcı olur. Kehanette bulunur ve önemli bilgileri günlüğünde toplardı. Terka’rhyl ve Anglachel aynı zamanda büyü eğitimini de birlikte almışlardı. Terka’rhyl Anglachel’in yegane arkadaşıydı. İkisi de huysuz, somurtkan ve egzantrik denebilecek kadar değişik oldukları için, iyi anlaşabiliyorlardı. Büyü okulundan mezun olduklarında Terka’rhyl, Anglachel’e kendisiyle gelmesini ve Persephone’da ayak basılmamış yer bırakmayacak büyük bir maceraya atılmalarını önermişti. Ancak Anglachel, bunun yerine doğa çalışmaya karar vermişti. Terka’rhyl dalga geçmişti o zaman Anglachel ile. “Senin kitaptan okuyacağın her şeyi, görmeye, duymaya, koklamaya, dokunmaya ve tatmaya gidiyorum. Aptal! Bu kararından çok pişman olacaksın seni fazla gelişmiş semender! Mutlaka karşılacağız ve benim torbamda bir sürü değişik bitki, adı sanı duyulmamış minareller ve çokça hikaye olacak. Peki ya senin neyin olacak ha? Ben sana söyleyeyim, bozulmuş gözler ve bir tutam toz!” demişti. Anglachel kapalı gözlerinin ardından belli belirsiz gülümsedi. Eski dostunu görmeyi, yolda karşılaştığı yeni bitkileri ve başından geçen yeni maceraları dinlemeyi dört gözle bekliyordu.

Işıksızlık yerini ışığa bırakmaya hazırlanırken, Anglachel uyandı. Eğer bütün gün istediği hızda yürüyebilirse, Beng nehrini geçmeyi başarabilir ve böylelikle Tanrıların evine varması için sadece 2 günlük yolu kalırdı. Uçarak giderse 1 gün. Büyük Güneş Düğümüne çok az kalmıştı. Cennet bahçesi, işte batıya varmak üzereydi. Anglachel, önce ufak heybesini çıkardı, daha sonra ise omuzundan çaprazlama geçerek belinde bir çember şeklinde bağlı olan kılıç askısını. Belinde çember şeklinde duran ikinci bir askı daha vardı, bu askının kemerini iyice sıkıp sertleştirdi. Kılıcını sağ bacağının yanında duran kına taktı. Sırtındaki yeşil kadife pelerini de çıkardı ve üzerinden çıkardığı askıyı ve heybesini içine koyarak katladı. Daha sonra arkasında duran irice bir makinin köklerine sakladı. Bir an sonra Anglachel ufak bir vahşi kediye dönüşmüştü. Kediler, büyük yırtıcı akrabalarına göre daha hızlı hareket ediyor ve daha az yiyorlardı. Anglachel, kedileri her zaman sevmişti. Daha 30 yaşında ufacık bir çocukken bile evlerinin bahçesinde bir çok kediye bakardı.

Anglachel, bir vaşaktan daha büyük olan koyu renk çizgili bu kedinin formuna girdikten kısa bir süre sonra 3-4 fareyi mideye indirdi. Işıksızlıkta, çevresini dinlerken yer altındaki evlerindeki hareketliliği duymuştu. Tekrar pelerinin olduğu makiye geldi ve pelerinin üzerine uzanarak patilerini yalarken, güneşin doğuşunu izledi. Kuşlar ötmeye başladığında ise, tekrar ejderkin haline döndü ve yoluna devam etti.

Nehrin yakınlarına gelirken çevresinde bir hareketlilik fark etti. Pelerin ve diğer askıları çıkarmak için zaman kaybetme riskini göze alamayarak hemen ufak bir serçeye dönüştü ve üstüne yığılan eşyaların altından çıkarak uçtu. Yakındaki bir söğüt ağacının dalına kondu ve çevreyi izlemeye koyuldu.

Gelen bir insandı. Kadındı, hamileydi ve çığlık çığlığa bağırmaktaydı. Doğum sürecine girmiş olmalıydı. Anglachel dikkatle olacakları izledi. Kadın nehrin kıyısına kadar gelerek yere düştü ve düştüğü yerden kalkamadı. Bacaklarını dizlerinden kırıp iki yana açmış karnına bastırarak çığlıklar atmaktaydı. Anglachel en yakın köyün 4 gün mesafede olduğunu hatırladı. Ne yapacağını bilemedi. Bu kadını köye götüremezdi, çünkü gidene kadar doğum gerçekleşirdi. Burada hiçbir şey yapmadan duramazdı çünkü kadın belli ki korkunç bir acı içerisindeydi. Anglachel kadının burada neden yalnız olduğunu düşündü. Belki de yakındaki ormanın içinde bir evi vardı. Anglachel kadının sesiyle düşüncelerinden koptu ve sıçrayarak daldan inerken kendi formuna geri döndü. Kadın Anglachel’i gördüğü anda dehşete kapılıp daha çok bağırmaya ve kaçmaya çalıştı. Ancak bunu başaramadı. Bebeğin kafası görünmüştü bile. Anglachel pelerinini ve heybesini kapıp ortak dilde kadına sakin olmasını söyledi. Heybesinin içinden ebegümeci otu çıkardı ve kadının alnına doğru götürüp ufaladı. Kadının acısı biraz diner gibi olmuştu. Başının altına pelerinini katlayıp bir yastık gibi koydu. Anglachel kadının elini tuttu. Kadın alev alev yanıyordu. Daha sonra kadının başı geriye yattı ve bütün vücudu titremeye başladı. Ağzından köpükler geliyor elleri ve ayakları kontrolsüzce kasılıyordu. Anglachel bunu başka insanlarda da görmüştü. İnsanların arasında bu hastalığa sarı delilik diyorlardı ve hastalar çok genç yaşta ölmekteydi. Kılıcının kınını kadının dişleri arasına koydu ve başını yana yatırarak vücudunu serbest bıraktı. İki eliyle başına temas ettiği için şimdi kadının zihnini okuyabiliyordu. Kadının kafasında şimşekler çakıyordu ama daha kötüsü, bebek boğuluyordu. Anglachel kadının titreme nöbetlerine müdahale etmemesi gerektiğini biliyordu, nitekim kadının titremesi biraz azalınca onu bırakıp derhal bebeğin durumuna bakmaya döndü. Bebeğin başı tamamen çıkmıştı ancak mosmordu ve ağlamıyordu. Anglachel dikkatle bebeğin başını tuttu ve o anda her şey karardı.

Anglachel, önce koyu karanlık içinde çığlıklar ve kılıç sesleri duydu ardından Kraliçe Reiyla’nın ölümünü gördü. Bir çok ejderkin savaşçısı insanlarla savaşmaktaydı. Görüntüler bir anda karardı, daha sonra yakışıklı bir insan büyücüsünün bordo bir cübbe içinde Dear’mysl kulesinde sırtı dönük bir şekilde durduğunu farketti ona yaklaştığında büyücünün ağzında bir et çiğnediğini ve gözlerinin tamamen yeşil olduğunu gördü. Görüntü tekrar gitti, geldiğinde ejderkin çocuklarını kırbaçlayan bir yüksek elf efendisi gördü. Bu efendi, kocaman bir arabayı çamurdan çıkarmaları için çocuklara adeta işkence ediyordu. Anglachel bağırmak istedi ama kalbi acıyla sızladı. Ellerinde insan kanı vardı ama kendi vücudundan akıyor gibiydi. Sarı saçlı yakışıklı genç bir şovalye ona kılıcını saplamıştı her şey tekrar karardı ve sonra Anglachel sadece sessizliği gördü. Hiç bir ses veya ışığın olmadığı bu yerde Anglachel derin bir çığlık attı ve kendi bedenini dışarıdan gördü. Değişim geçirip Ejderha formunu almıştı fakat kanatları köklerinden kesilmişti.

Anglachel bebeğin başından ellerini güçlükle ayırabildi. Kadın ölmüştü. Bebek doğmuştu fakat ağlamıyor veya nefes almıyordu. Anglachel kadına seğirtti ve onun duran kalbini tekrar çalıştırmak için bir kaç yıldırım büyüsü denedi. Ama nafileydi. Kadın geri döndürülemez bir biçimde ölmüştü. Anglachel çocuğun da ölü olduğunu biliyordu. Şimdi Beng nehrinin kıyısında, üstü başı kanla kaplı bir şekilde ağlıyordu Anglachel. Gördüğü bütün görüntüler, hiç nefes almadan ölen bu zavallı çocuk ve hasta annesi için yas tutuyordu. Anglachel bir süre sonra bebeğin bedenini kadının ölü göğsüne yatırdı ve ormanın içine dönerek ona ve bebeğine uygun bir mezar kazmak üzere bir yer aramaya başladı.

Güneş batmadan önce mezar kazmanın ve hüznün ağırlığı yüzünden perişan olmuş Anglachel kadının ve bebeğin  ölü bedenlerini almak için nehrin kıyısına döndüğünde, şaşırtıcı bir durumla karşılaştı. Kadının bedeni oradaydı ama bebeğin bedeni yoktu. Yakınlardaki yırtıcı hayvanlar gittikçe daralan bir çember oluşturmuş ve kadının bedenine doğru yaklaşmaya başlamışlardı. Anglachel hayvanları kovaladı. Bebeğin bedenini bu hayvanlardan birinin almış ve yemiş olabileceğini düşündü. Kadını büyük bir dut ağacının altına kazdığı mezara gömdü ve geceyi de o mezarın yanı başında uyumadan geçirdi.

Anglachel’in bulunduğu ormandan yarım gün uzaklıkta bir elf gezgini, kucağında bir bebekle Sevandirs’e doğru yola koyulmuştu. Bebek bir sebepten dolayı yüksek sesle ağlıyor, yaşlı elf de bebeğin ağzına kendi ağzında çiğneyip suyunu çıkarttığı meyve özlerini damlatıyordu. Bunu bir süre yaptıktan sonra, basit bir büyüyle bebeği uyutuyordu. “Üzülme küçük Enigma, büyüdüğünde bundan daha kırmızı ve besleyici şeyler yiyeceksin” dedi ona. Bu gezginin adı, Eromne Fairaen’di.