Napolyon – Film Yerine Dizi Olaymış…

Napolyon, Ridley Scott’un son filmi… Keyifli, gidin izleyin. Ama izledikten sonra kafanızda sorular oluştuysa, “Bu film tarihe ne kadar sadık kalmış?” veya “Her şey çok hızlı geçti, takip edemedim, birisi filmde anlatılan tarihi olaylar hakkında bir şeyler yazsa da okusak…” diyorsanız, buyurun size bu yazımı ikram edeyim…

Yazının ilk kısmı SPOILERSIZ olacak, gerçi tarihi bir filmde bu ne demekse… Neyse, dediğim gibi, ilk bölümde genel yorumlarımı ileteceğim. Sonrasında ise SPOILER uyarımı yapacağım ve detaylara gireceğim…

Gelin başlayalım…

SPOILERSIZ YORUMLAR

Ben film analisti veya sinema uzmanı değilim, o yüzden filmleri sanatsal açıdan değerlendirmeyi çok haddime bulmuyorum. Bununla beraber, çok kişisel olarak ve bir sinema filminden keyif alma açısından baktığımızda, günün sonunda Napolyon beni ne aşırı memnun etti, ne de parama yazık olmuş dedim. Tabii ki hem bir tarihsever hem de Napolyon dönemini okumaktan özel olarak keyif alan biri olduğum için filme ister istemez çok objektif bakamıyorum. Filmdeki tarihsel hatalar gözüme gözüme çarpıyor ve görkemli sahnelerden aldığım keyfin büyük kısmını kaçırıyor. Fakat yine de, tarihsel sapmalar dışında bile bence filmin en büyük sıkıntısı, 1789’dan 1821’e uzanan koca zaman dilimini çok hızlı geçişlerle tek bir filmde vermeye çalışmak. Napolyon’un hayatı ve generallikten imparatorluğa ve sonra da çöküşe uzanan serüveni o kadar dolu dolu ki, tüm bunları tek bir filmde anlatmaya çalışmak yerine bir TV dizisi yapılsa çok daha isabetli olurmuş.

“Rome” dizisini bilenler vardır, 2 sezon süren ve Sezar’dan Augustus dönemine kadar Roma’nın cumhuriyetten imparatorluğa nasıl geçtiğini anlatan çok keyifli bir seridir. “Game of Thrones” da fantastik kategorisinde olmasına rağmen kendi evrenini yansıtan bir tarihi kurgu sayılabilir. Bu serileri tek bir filme indirgeyince nasıl olmazsa, Napolyon’un da öyle olmamış. Hatta bir de üstüne, filmin yarısının da Napolyon – Josephine ilişkisine ayrılması, politik olayların ve kararların iyice üstünkörü geçilmesine neden olmuş. Benim gibi Napolyon dönemine özel ilgisi olmayan seyirciler eminim pek çok noktanın çok yüzeysel geçilmesi nedeniyle filmden sonra “Abi şeyi anlamadım, bir sahne önce bu adam Rusya çarı ile barış anlaşması imzalamadı mı? Neden Moskova’yı işgal etti şimdi?” gibi sorular sormuştur.

Bununla beraber, sunduğu görsellik ve özellikle müzikal kalite muazzam. Ama zaten Ridley Scott’dan daha azı beklenemezdi. Bu arada müzik konusuna çok ayrı bir parantez açmak lazım. Fransız askeri marşları, Rus temaları ve klasik müzik ezgileri o kadar iyi düzenlenip verilmiş ki, tarihsel sapmalara rağmen filme doğrudan “beğenmedim” diyemeyişimin en önemli nedeni belki müzikleridir.

SPOILERLAR GELİYOR DİKKAT

Filmi izleyenler, ya da “Boş ver abi zaten tarihi film, ne olacağı belli…” diyenler, gelin daha uzun konuşalım. Her detaya girmeyeceğim, ama önemli kısımları da hızlıca geçmek istemiyorum, o nedenle kısa bir yazı olmayacak.

Filme Marie Antoinette’nin giyotine gidişiyle başlıyoruz. Sonrasında Napolyon, devrim komitesindeki liderlerden Paul Barras tarafından önemli bir görev alıyor; Fransa’nın güneyindeki Toulon limanı İngilizler ve kraliyet yanlıları tarafından ele geçirilmiş durumda. Napolyon bu kuşatmayı yürütüp limanı ele geçirmek üzere Paris’den ayrılıyor. Burada filmde “Toulon’u alamazsak Cumhuriyet düşer.” gibi kocaman laflar ediliyor. Bu abartılı ifade bize Napolyon’u hızlıca “cumhuriyetin kurtarıcısı” olarak hemencecik benimseyelim diye konmuş.

Sonrasında Napolyon’u, Paris’de kraliyet yanlılarının isyanını bastırırken görüyoruz. Burada da basitçe “Kararlarıma karışılmasın, tam yetki istiyorum.” diyor abimiz. İsyancılara ateş ediliyor ve sahne kapanıyor. Napolyon’un sonrasında en önemli mareşallerinden olacak Murat’la tanışması, Murat komutasındaki süvarilerin, savunmada kullanılacak topları ona getirmeleri gibi “görsek hoş olurdu” dediğimiz bir detay filmde maalesef yok.

Josephine’le tanışma kısmına geçiyoruz sonrasında. İkili arasındaki ilişkinin anlatıldığı kısımlar hakkında fazla söz etmeyeceğim. Bence fazla yorum katılmış sahneler olmuş bunlar, yine de Josephine gerçekten de Napolyon’un hayatındaki kadınlar arasında sırılsıklam aşık olduğu tek kadın diyebiliriz.

Toulon ve isyanın bastırılması önemsiz zaferler olmasa da Napolyon’un asıl ilk kez gönüllerde taht kurmasına neden olan İtalya Seferi filme konulmamış. Çok garip bir karar, ama tarih meraklılarının bileceği üzere, Napolyon’un asıl kahramanlık hikayesi bundan sonra başlar. Napolyon, Fransa’nın İtalya sınırındaki ordunun başına getirilir. Burada ondan beklenen, İtalya sınırını Avusturyalılar’a karşı koruyup, Fransa’nın güneyden işgal edilmemesini sağlaması ve yapabilirse düşmanı püskürtmesidir. Napolyon ise hiç de iyi durumda olmayan ordusunu toparlayıp Avusturyalılar’ı yenmek bir yana, İtalya’yı onlardan temizleyip üstüne bir de Viyana’ya kadar yürür ve bu cephenin kökten çözülmesini sağlar. Avusturya’nın bu kadar hızlı saf dışı kalması, gerçekten de Fransa’yı kurtarıyor ve Napolyon bir ulusal kahraman olur.

Bunun yerine filme Mısır Seferi eklenmiş ve gerçekten tarihseverlerin midesine ilk kramplar burada giriyor. Mısır’da Napolyon’u piramitlere top atışı yapılmasını emrederken görüyoruz. Böyle bir şey haliyle olmadı (piramitlere kim neden ateş etsin) ve Napolyon her ne kadar Osmanlı’ya bağlı Mısır vilayeti kuvvetlerine karşı birkaç çatışmayı kazansa da Mısır’da İngiliz donanması tarafından tuzağa düşürüldü. Kara harekatını sürdürüp Suriye içlerine ilerleyen Fransızlar burada pek çok şehri ele geçirse de bir yerden sonra güçleri tükendi ve Mısır’a çekilmek zorunda kaldılar. Yenilmiş, erzakları tükenmiş, hastalıkla mücadele eden ve İngiliz donanması tarafından dönüş yolları tıkanmış ordusunu bırakıp Fransa’ya geri kaçan Napolyon, filmde Josephine’in yatağına başka adamları atması haberini alması üzerine kıskançlıktan dönmüş gibi gösterilmiş.

Fransa’da Napolyon, ordusunu neden terk ettiği hakkında hesap vermesi istendiğinde “Siz asıl kendinize bakın, ülkeyi ne hale sokmuşsunuz…” diye karşısındakileri azarlıyor. Bu sahne bence gayet başarılı olmuş, sonraki sahnelerde de darbe hazırlıklarını görüyoruz. Napolyon’u konsül yapan darbe gayet güzel resmedilmiş. Kaçarken yerlere düştü mü haliyle bilemeyiz ama Napolyon gerçekten de Direktuvar üyeleri tarafından kovalandı. Kardeşi Lucien’in askerleri yönlendirmesi ile darbe tamamlandı. Gözlerimiz yine darbeyi yürüten grenadier birliklerine komuta eden Murat’ı arıyor ve filmde bulamıyor.

Bundan sonra filmde konsüllükten hızlıca imparatorluğa geçişi görüyoruz. Arada, Napolyon’un bu hamleyi yapacak güce erişmesini sağlayan en önemli unsur olan Marengo Muharebesi’ni ve Avusturyalılar’ı bir kez daha mağlup etmesi es geçiliyor. Konsüllüğü döneminde Napolyon’a düzenlenen suikast girişimleri de filme yansıtılmamış. Tüm bu suikast denemelerinden kurtulan ve Avusturyalılar’ı savaş alanında ezen Napolyon, artık imparatorluğunu ilan etmeye hazırdır. Bunları anlatmayıp geçen film bence yine kurgusal bütünlük için önemli bir fırsatı kaçırmış.

Yine hızlıca Austerlitz’e geçiyoruz. Yani.. burada ne desem bilemedim. Austerlitz diye bize gösterilen şeyin muharebenin gerçekte olan haliyle uzaktan yakından alakası yok. Filmde bir kampa saldıran Avusturya ve Rusya ordularının tuzağa düşürülmesi sonra da donmuş bir gölde kaçarlarken Fransız topları tarafından göle gömülmeleri gösteriliyor. Çok güzel sahneler. Ama gerçekteki Austerlitz ile hiçbir bağları yok. Filmde ne savaşı kazandıran Mareşal Davout’un birlikleriyle hızlıca Fransız ordusuna desteğe gelmesi ne de Mareşal Soult’un Pratzen Tepeleri’ne yaptığı amansız hücumlar var.

Film bu andan sonra bence biz tarih severlere asıl büyük kazıklarını atmaya başlıyor. Napolyon’un başının belası olan ve tamamen kendi egosunun ürünü olan, yıllar süren ve bugün Napolyon’un Vietnam’ı olarak anılan İspanya Savaşı’ndan hiç bahsedilmemiş. Napolyon’un Prusya ve Rusya kuvvetlerini alaşağı ettiği ama artık gücünün sınırlarını da iyice zorladığı Jena ve Eylau muharebelerini içeren savaşlardan hiç bahis yok. Bunun yerine filmde hop bir sahnede Napolyon’u Rus Çarı Aleksandr ile anlaşma imzalarken, hop öbür sahnede Rusya’yı işgale kalkarken görüyoruz.

Borodino Muharebesi öylece bir gösterilip geçilmiş. Napolyon’un at sırtında bir süvari hücumuna liderlik ettiğini görüyoruz. Hoş sahne… Ama maalesef yine olmayan işler… En azından burada havanın karlı olmasını dert etmiyorum. Sonrasında Fransızlar’ın Moskova’yı işgalini ve şehrin Ruslar tarafından yakılmasını görüyoruz. Hop, yine sonraki sahnede Paris’te Napolyon’un tahttan çekilmesi için onu zorlayan mareşalleri görüyoruz. Rusya seferi sonrasında devam eden savaşlara ve tarihin o döneme dek gördüğü en büyük muharebelerden biri olan ve Napolyon’un ilk ve kesin şekilde yenildiği, Avrupa’nın neredeyse tüm ordularının katıldığı, bu nedenle “Ulusların Savaşı” olarak da anılan Leipzig Muharebesi’ne dair tek bir söz yok…

Hızlandırılmış kurs ile Napolyon’u sürgüne uğurluyoruz. Ama tabii Josephine’in Aleksandr ile kırıştırdığı haberleri yüzünden kıskançlık krizine giren Napolyon sürgünden dönmeye karar verir. Maalesef hasta olan Josephine’i göremeden eski imparatoriçe vefat eder. Tahtı yeniden ele geçirip İngiliz Prusya ortak kuvvetlerini yenmek üzere ordunun bir kez daha başına geçer. Haritada hemen Waterloo’yu gösterip “Burada çarpışacağız.” demesi saçma olmuş, kimse seferin başında tam muharebenin olacağı yeri kestiremez. Üstelik muharebe konumunu da genellikle savunan taraf seçer. Neyse, Waterloo’da artık film biz tarih severleri kalbimizden bıçaklayan hamleyi yapıyor ve bize dürbünlü bir İngiliz keskin nişancısı gösteriyor. Gözyaşlarımızı silip izlemeye devam ediyoruz.

Savaş yine gerçeğe uygun resmedilmemiş ama buna alıştığımız için artık önemsemiyorum. Savaş alanındaki çiftlikler, buraları almak için yapılan kapışmalar es geçiliyor ve film bize tamamen açık ve dümdüz bir arazi sunuyor. Gerçekte olan, Napolyon’un artık kötüleşen sağlığı nedeniyle dinlenmek zorunda kalması ve komutayı alan Mareşal Ney’in kötü bir kararla tüm süvarileri İngilizler’e karşı hücuma kaldırması olayı da filmde çok ilginç bir kararla Napolyon’un bir emriymiş gibi gösterilmiş. Yine gerçekte, Napolyon aslında geçen gün yendiği Prusya’lıların arkasından bir tümen gönderir ve onların çekildiğini düşünür. Bu sırada Blücher komutasındaki Prusya birlikleri onları kovalayan Fransızlar’ı atlatıp Napolyon’u yandan vurunca savaşın seyri değişir. Ama filmde de bu durum, sanki hem İngilizler hem de Fransızlar, Blücher’in ne zaman geleceğini biliyormuş da onları karşılamak için dakika sayıyormuş gibi gösterilmiş. Napolyon yine at üstünde hücumlara önderlik ediyor, dediğim gibi bu noktada takılmıyorum. Ayrıca gerçekte Fransız sağ kanadından vuran Prusyalılar, filmde sol kanattan vuruyor. (Bence önemli bir detay! Demezsem içimde kalırdı.)

Böylece filmin sonuna geldik artık… Filmde Mareşal Davout, Lannes, Murat, Soult, Massena ve daha nicelerini göremedim. (Moskova’da gösterdi gerçi birilerini ama kim kimdir belli değildi.) Ney’i gördüm ama beğenmedim. Benim de sözlerimin bir yerde bitmesi lazım. Umarım, filmde havada kalan ve tarihe sadık kalınmayan kısımlarda sizlere fikirler verebilmişimdir. Görüşmek üzere…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir