Yeşil Renkli Yakut Kolye

Bütün hayatını buna adamıştı. 18 senelik hayatı boyunca birçok şey olmuş, ilk defa gerçekten bir şey olmaya bu kadar yaklaşmıştı. Ama elinden gelenin en iyisi de buydu.

Yaklaşmak.

Sonu gelmeyen bir süre boyunca, sürekli ve sürekli yaklaşmak.

Hissedebileceği yegane tatminin bu olması normalde onu üzerdi. ‘Garip.’ diye düşündü. Şu an hiçbir şey umurunda değildi. Kendisinin mutlu olup olmaması, her şeyin boş yere olmuş olması…

Üstünde yattığı musallâ taşından sarkan kolu kaskatı ve mosmor olmuştu. O kol bir zamanlar tam olarak yanında duruyordu ancak anlamadığı bir sebep yüzünden yatan bedeni hareket etmiş, kolu aşağı sarkmıştı. En azından artık soğuğu hissetmiyordu. Titremesi geçmiş, rahatlamıştı. Küf kokusu midesini kaldırmıyor, yapış yapış nem rahatsız etmiyordu. İmkanı olsa söyleyecek şeyler bulabilirdi belki ama bu da imkansızdı ve belki de bu yüzden, söyleyecek bir şeyi olup olmaması da umurunda değildi. Dünden beri ne kadar çok şey değişti diye düşünürken defalarca farkedip unuttuğu şeyi yeniden farketti. Onun dünü, birçoğunun efsanesiydi. Soğuğu bilmediği günleri hatırlamaya çalıştı. Kendi efsanelerini. Sahi, dünden beri o kadar zaman geçmiş olabilir miydi? Kolu sarkmış, kaskatı ve mosmordu.

Herkesin inandığı bir şeyin aslında doğru olmadığını bilmek ve bunu kendine saklamak. ‘Ne büyük bir lanet, insanın deli olması içten bile değil.’ diye aklından geçirdi. Daha ne kadar zaman kafasından bir şeyler geçirecekti? Çoktan delirmişti belki de. Bilmiyordu. Umursamıyordu. Sonu gelmez bekleyiş adeta bütün hislerini ondan koparmıştı. Mor bir kabuk, hareketsiz duran bir taş. Kendisini taşlara benzetmeyi seviyordu bir süredir. Aklına Nil Nehri’ni getiriyordu.

Taşın taşa sürtme sesini duyunca bir an neye uğradığını şaşırdı. Dünden beri kulakları hiçbir ses işitmemişti. Son duyduğu ses neydi sahiden?

Ah, evet. Nihai amacına ulaşamayıp sadece yaklaşabilmesinin yegane sebebi. Bakamıyordu ama taşın yanında yerde yattığına emindi. Hangi Tanrı ya da Tanrıça ona kızmıştı, bilmiyordu ancak kendisi ile birlikte burada hayatını feda edecek olan adam, Narhfu, son işlemi gerçekleştirmeden hemen önce bir durmuş, sonra yere yığılmıştı. O andan beri kulakları bir şey duymuyor, meşaleler bir süre sonra söndüğünden beridir de gözleri zifiri karanlıktan başka bir şey görmüyordu. Ağzından ses çıkmıyor, sanki bir parça taşmış gibi kıpırtısız, sessiz ve cansız yatıyordu burada.

Aklı sonunda benliğini kaybedip ona oyun mu oynuyordu yoksa? Adım sesleri mi? Belki de Narhfu düştüğü yerden kalkmıştı. Peki o zaman işini niye bitirmiyordu? Meşaleleri de yakabilirdi en azından. Soğuk, nem, koku hepsine alışmıştı ama karanlık bitmiyordu sonuçta.

Hayır. Adım sesleri uzaktan geliyordu. Mutlak karanlık ve sessizliğin içinde yankılanan hafif ve ağır adımların çıkardığı sesler. Dün hissettiği heyecanı hissetmeye başladı. Yine de daha dün hissettiği bu hissi çok ama çok uzun zamandır hissetmediğini biliyordu.

Bütün firavunların babası olan Osiris’e ilk defa yakardı. Belki bir hayat emaresi, belki bir ışık süzmesi. En başından beri her şeyin tamamlanması için gereken şey. Belki de bir sınavdı bu ve sonuna gelmişti işte.

Ayak sesleri artmaya, aralarına başka sesler de karışmaya başladı ve beklediği o an sonunda geldiği zaman odasının ağır ve taştan olan kapısı sürtülerek açılmaya başladı. Birkaç farklı kişiye ait sesler duyuyordu. Dilleri başkaydı. Yorulmuşlardı. Kısık sesle konuşuyor ve derin derin nefesler alıyorlardı. Ve ışık. Ellerinde sıcaklık yoksunu ışıklar saçan ufak tabletler vardı. 3 kişi ağır adımlarla mezar odasına girerken artık kendisini rahatsız etmeyen kokuların bu kişileri etkilediğini, çıkan öksürük seslerinden anladı. İşte şimdi gerçekten hiç hissetmediği bir heyecan hissediyordu. Görmeyen gözleri görüyor, sarıya çalan renklerdeki taşlardan oluşan odasının duvarlarını seçebiliyordu.

Odaya giren kişiler belli ki başka diyarlardan gelmişlerdi. Üstlerinde kısa kollu, beyaz renkli ve eteksiz, yarım bir tünik, başlarında garip şapkalar ve bacaklarını saran, Nil Nehri’nin sularıyla aynı renk, yırtılmış ve tozlanmış başka kumaşlar. Ellerinde sıcaklık yoksunu ışık tabletleri ile etrafa bakıyor, bir şekilde ışığın bir yere toplanmasını sağlıyorlardı. ‘Çok uzaklardan gelmiş büyücü bir kabile olmalı.’ diye düşündü. Mezarını yağmalamaya mı gelmişlerdi? Öyle olmasını umuyordu. Etrafı irdelemelerini, bir şeyleri hareket ettirmelerini. Kendisine dokunmalarını.

Yağmacıların çıkardığı sesler, bariz şekilde heyecanlarını gösteriyordu. Dillerini anlamıyordu ama her yağmacı gibi onlar da etrafı didiklemeye başlamıştı. Tek farkları, kırıp dökmeden çok nazik şekilde davranmalarıydı. Yağmacılar böyle yapmazdı ama önemli de değildi. Güneş görmemiş gibi bembeyaz teni, sarı renkli uzun saçları olan dişi bir insan kendisine bakmaya başlamıştı. Elindeki büyülü tabletten çıkan ışığı üstüne tutuyor, belli ki onu inceliyordu. Aradığı şeyi bulmuştu sonunda. Işık. İmkanı olsa heyecandan titrerdi ancak böyle bir şey mümkün değildi.

Henüz.

Kendisine doğru ağır adımlarla yaklaşan dişi insan, yerdeki bir şeylerle ilgilendi önce. Narhfu olmalı, diye düşündü. Gerçekten o da buradaymış onca zamandır. Dişi insan hoşnutsuz bir takım sesler çıkardıktan sonra ilgisini tekrar ona çevirdi. Elleriyle çok yavaşça kıpırtısız bedenine dokunmaya, suratını yaklaştırıp çok yakından bakmaya başladı. Elindeki ışık saçan büyülü tableti de bir yandan üstüne ışık tutuyordu. Işık, göğsünün üstünde duran, yeşil renkli yakut kolyeye geldiği zaman, dişi insanın gözleri kaskatı olmuş, mosmor bir renge bürünmüş ve kenardan sarkan koluna kenetlenmişti. Ardından suratını acıyla buruşturdu dişi insan.

Yüce Osiris, sonunda kendisine fırsat vermişti. Sınavı geçmişti ve tekrar doğacaktı.

***

Bir yandan gazetesini okur, diğer yandan az sütlü çayını yudumlarken günün yorgunluğunu atıyordu Lloyd Hamilton. Yıllar süren savaşın ardından Binbaşı olmuş, bu süreç içinde politikadan da uzak kalmamıştı Amerikan gazetelerini takip etmeyi de bu sırada alışkanlık haline getirmişti.

Ama şu an, yıllar sonra belki ilk defa bir tatil planı yapıyordu. Birkaç ay önce tanışıp yıldırım nikahı ile geçen hafta evlendiği eşi Margeret Hamilton’da bu fikre bayılacaktı. Mısır aşığı olduğunu bildiği eşi için güzel bir balayı planı olacağını düşünen Sör Hamilton, çayından bir yudum daha içti ve eşine göstermek üzere gazeteyi de alarak oturduğu kafeden uzaklaştı.