Merhabalar. Geçen seneki adet bozulmasın, bu seneki Yaşayan Kule yani eski adıyla Living Kule yazısını da ben yazayım dedim. Öncelikle geçtiğimiz bir yılda dilimize verdiğimiz özeni sizlere gösterdikten sonra yazımıza başlayalım.
Geçen seneki yazımda YK nedir konusunda konuşmuştum. Okumayan ya da daha muhtemel, hatırlamayanlar için özet geçmek gerekirse Yaşayan Kule dediğimiz şey, yılda bir defa derneğimizde gerçekleştirdiğimiz 40-50 katılımcı ile oynanan interaktif bir FRP serisi. Bu seri 4-5 ay kadar sürüyor ve 200’den fazla FRP oturumu ile gerçekleşiyor ve eğer aktif bir şekilde katılıyorsanız muhtemelen sevgilinizden ayrılıyor, ailenizden “Evladım az evde dur da, yüzünü görelim” şeklinde veryansınlar alıyor, okulda ya da işte sürekli whatsapp’da kurulan gruplarda konuşmak yüzünden öğretmen ve patronlarınızdan azar yiyorsunuz. Akıl kârı değil gibi gözükse de buna değdiğini söylemek zorundayım. İnsanların gerçek yüzlerini görüyor, ne kadar hain ve içten pazarlıklı olabileceklerini anlıyor aynı zamanda kendinizin de 3-5 gold için nasıl anında dostum dediklerini satan pislik bir insan olduğunu…
Neyse, bu yıl gerçekleştirdiğimiz bu mazoşist aktivite, geçen yılkinden daha işkence dolu olduğundan olsa gerek, katılım beklediğimizden çok daha büyük oldu ve ilk defa oyuncu alımını bu kadar erken kapatmak zorunda kaldığımız gibi en çok oturum oynadığımız YK serisi de oldu.
Bu yılki YK’mız, konusu itibariyle son derece cana yakın, hoş bir tarihe sahip güzel ve şenlikli, tatlı mı tatlı, ele alınıp “oy, oy, çiykin mişin şen?” diyerek sevebileceğimiz ufak bir sahil kasabasında başladı. Bu kasabamız, hikaye içerisinde normalde pek öneme sahip olmasa da kasaba sahiline yakın adalarda altın çıkmasıyla birlikte muazzam derecede önem kazanmış bir kasabaydı. E tabi, altın çıkar da dert tasa çıkmaz mı? Vakti zamanında Amerika’da olan “Altına Hücum”, burada da gerçekleşiyor ve kasaba bir anda her yerden gelen aç gözlülerin meskeni oluyor. Tabi sahil ve deniz eklediğimiz bu kasabamızda elbette korsanlarımız da mevcutlar. Yeter mi? Yetmez. İtalyan mafyası gibi olsun diye kafamızda kurduğumuz, insanlardan haraç kesen bir grubu, altın dağıtımını kontrol eden dini bir yapıyı ve burada aynı şekilde sırf cebini düşünen paralı askerlerin oluşturduğu bir lejyonu da ekleyip baharat niyetine hainlerden oluşan gizli bir grubu da serpiştirdikten sonra ortaya gerçekten çok güzel bir şey çıktı.
Malzemelerimiz hazırdı. Bize bir hikâye gerekiyordu. Bu birbiriyle alakasız 5+1 salon salamanje insan grubunu nasıl birbirine düşürecek, hayatlarını karartacak, oyuncuları dahil olduğuna pişman ettirecek, kendimize küfür ettirecek ve birbirlerinden nefret ettirecektik? Bu çok önemli soruyu cevaplamamız gerekiyordu. Biz de oturduk ve oyuncuların yapmasını beklediğimiz şeyi önce kendimiz yapmalıyız dedik ve başladık kavga dövüş hikâyeyi yazmaya. Ama nasıl fikirler uçuşuyor havada, anlatamam. Adeta bir beyin fırtınası. Günler süren tartışmalar sonunda ise 50 kişiyi birbiriyle kavga ettirecek muazzam hikâyeyi yazmıştık. Neydi bu hikâye?
Abisinin ele geçirdiği tahtta gözü olduğu için ona suikast düzenleyen ancak başarısız olup ağır yaralı şekilde Anmas Krallığından kaçan Prens Elohir, lalasının da yardımıyla hayata tutunacaktı. Lalası ise Köz Evreni’nde insanların çoğunun korktuğu, küçümsediği, nefret ettiği ancak ufak bir kısmının ise taptığı ejderhalara tapan gruba dâhil olmuş yüksek rütbeli bir Ejdergöz idi. Ejdergöz lalamız, prensin aklını çelecek, onu Yüce ve Ulu Ejderha Kilgrave ile tanıştıracak ve güç birliği yapmalarını sağlayacaktı. Ortak olan Prens Elohir ve Ejderha Kilgrave, oyunumuzu başlatacağımız bu Sonçıkış adlı kasabada kendi komplolarını kuracaklardı. Prens Elohir bağlantılarını kullanarak Sonçıkış Kasabası’nda altının çıkartılmasını sağlayacak, bu altının büyük kısmı Ejderha Kilgrave’e akacak, Ejderhamız kendi ordusunu ve donanmasını kuracak ve Prensimizin tahta oturmasını sağlayacak, Prensimiz de bunun karşılığında Anmas zindanlarında hapis edilmiş olan ve onlarca yıldır orada tutulan, işkence gören ve çok değerli kanı sürekli kendisinden zorla alınan ikinci bir ejderhanın serbest kalmasını sağlayacaktı. Hem ejderha hem de prens için karlı bir ortaklık olacaktı bu.
Papaya Kilisesi’nde yüksek mertebede bulunan Yüksek Rahip Veles’in de komploya dahil edilmesi ile birlikte plan başlamıştı. Sonçıkış Kasabası’na gelen Papaya Kilisesi mensupları, adalarda bulunan altını oranın yerel halkına çıkartacak ve bu altının bir kısmı kilisenin kasasına akarken büyük kısmı da ejderhanın hazinesine dökülecekti. Prensin planı basitti. Ama uygulaması bu kadar kolay olacak mıydı?
Önce korsanlar geldi ve burayı mesken tuttular. Sessiz Eleanor gemisi kaptanı Kaptan Wizez ile Habis Bacı gemisi kaptanı Kaptan Ateşsakal gemilerini bu kasabanın iskelelerine çekmiş, ejder korkusundan bölgeye gelmeyen kraliyet donanmalarından uzakta rahat rahat korsanlıklarını yapmaya başladılar. Çıkmaya başlayan altın çok güzeldi, Sonçıkış Kasabası bölgenin parlayan incisi olma yolundaydı. Kasabaya gelen insan sayısı her gün artıyordu. Ama kasaba bu artışa hazır değildi. Kasaba sokaklarında suç kol gezmeye başladı. Her köşe başında bir hırsızlık, her ara sokakta bir cinayet oluyordu. Bölgenin zenginleri, bu işten rahatsız olmaya başladılar ve Kasabaya en yakın şehirdeki Kara Kanatlar Lejyonu isimli paralı asker grubu ile iletişime geçerek buraya bir birlik istediler. Gelen askerler işlerini biliyor, paralarını aldıkları sürece sokaklarda asayişi sağlıyordu. Ancak kasabanın tümü bu askerlerin karnını doyuracak kadar zengin değildi. Her 1 tüccara karşılık 50 tane sefil vardı kasabada. Sabahtan akşama adalarda kazma sallıyor, ellerine geçen 2-3 kuruşla günü bitirmeye çalışıyorlardı. Bu insanların nice olan hallerini düşünen hiç kimse yoktu. Kasabanın nüfusu 3 katına çıkmış, yoksul ve sefil sayısı da bir o kadar artmıştı. Lejyonerler sadece zenginleri koruyordu ancak kasabanın varoşlarında bambaşka kanunlar hâkim olmaya başlamıştı. Sokaklarda bir başka isim telaffuz ediliyordu. Ve bir gece kasabanın en büyük hanının kanlı bir şekilde el değiştirmesinden sonra herkes bu ismi duydu: Kadersizler. Kadersizler sokaklarda kendi kanunlarını uyguluyor, lejyonun korumadığı yerlerde asayişi sağlıyor, karşılığında ödemelerini de öyle ya da böyle bir şekilde almasını biliyorlardı. Parası olmadığı için lejyoneri kiralayamayan dükkân sahipleri, dükkânlarının başına bir şey gelmesin diye Kadersizlere “koruma parası” ödüyor, pahalı olan camlarını sağlam tutuyordu. Lejyonerler’de Kadersizlerden rüşvet alıyor, bu gruba bulaşmıyordu.
Denizde korsanlar, sokaklarda ise kimsenin ses edemediği devasa bir haraççı grup ile Sonçıkış, Papaya Tapınağı yönetiminde altın çıkarıyor, altını da Lejyon koruyordu. Bu beş grubun arasındaki denge, yapılan iş birlikleri ile değişiyor, kasaba düzeni bir şekilde sağlanıyor ve gerekirse seçimler ile kasaba yöneticisi değişiyordu. Bu gruplar kendi içlerinde, kendi çıkarları doğrultusunda hareket ederken kendi içlerine yerleşmiş gizli Ejdergöz ajanları sürekli efendilerine bilgi aktarıyor, Prens ve Ejderha ceplerine dolan paranın tadını çıkarıyor, ordularını güçlendiriyor, donanmalarını inşa ettiriyordu.
Altın tabi ki burada çıkıp başka yerlere gidiyordu. Yol üzerinde önce haydutlar belirdi. Belki de seneler sonra ilk defa bu tehdit karşısında birbiri ile sürekli çelişen gruplarımız birlikte hareket edip bu haydutlardan kurtuldu.
Bu düzen devam ederken, kasabaya yakın yerde bulunan terkedilmiş bir cüce madenine bir grup cüce gelmişti ve ellerinde bulunan, buranın eski sahiplerinin torunları olduğunu gösteren kanıtlar ile madenleri tekrar açmıştı. Kasabaya hareketlilik katan bu olaydan sonra işler biraz daha eskisine dönmüş gibi olsa da gruplar birbirini tanımıştı. Gözüken rekabetin arkasında belli ufak arkadaşlıklar ya da daha doğrusu ittifaklar olmuştu. İlerleyen günlerde ise altın çıkan adalarda bir sebepten goblin aktiviteleri artmış, ada yerleşkelerini tehdit eder olmuştu. Kasabadaki oyuncular bu sefer adalara bir sefer düzenleyerek bu tehditten kurtuldular. Ancak Prens’in gizliliği nispeten kaybolmuş, Kasabaya her yerden göç eden insanlar, Hain Prens Elohir’in hikayesini anlatmaya başlamıştı. İnsanlar artık bir prens olduğunu biliyordu. Bölge sularında yaşayan bir su halkının kasabalılar tarafından belalarından kurtulması ve bu halk ile barış yapılmasının ardından ise Ejdergöz donanması artık iyice büyümüş, asker sayısı ise tehdit teşkil edebilecek bir seviyeye çıkmıştı. Kasaba içerisinde ise artık Ejdergözler daha cüretkâr davranıyor, önlerindeki engel teşkil edebilecek kimselere suikast düzenliyor, evlerini yakıyor ya da alenen pusu kuruyordu. Nitekim bir süre sonra Prens kendisini açık etmiş, hakkı olanı alma isteğini anlatmış ve oyunculara muazzam bir servet sunarak onların desteğini istemişti. Bahsi geçen kasabanın sakini olan gururlu oyuncularımız elbette hazine sözüne aldanıp Prens’in peşinden Anmas zindanlarını basmış, ama altın bulmak yerine bir ejderhayı salmıştı. Yetmez dercesine ikinci bir ejderhayı görmüş ve değişik düşüncelerle kasabalarına dönmüşlerdi.
Şimdi sırada ejderhaya karşı mı duracaklarına yoksa onunla taraf mı olacaklarına karar vermek vardı. Eh, ikiye bölündüler elbette. Artık grupların önemi yoktu. Dört ay boyunca oynanan 220 oyunun sonunda yaptığımız son büyük oyun günü, oyuncuların yarısı ejderhaya karşı durma kararı alırken diğerleri ejderhadan taraf olup, karşılarına dikilen bu düşmanlara karşı saldırıya geçti. Aman yarabbi, o nasıl bir şeydir. Arkasından bıçaklananlar, ikinci adamları tarafından suya atılıp boğulanlar, ejderha tarafından yakılanlar ve parçalananlar derken geçen saatlerin ardından -garip bir şekilde- ejderha karşıtlarının kazanması, ejderhanın bir pençesini kaybederek geri çekilmesi ile YK: Su Düzlükleri serimizin de sonu gelmiş oldu.
Dört buçuk ay geçmiş, tanesi ortalama üç saatten 220 oyun ve toplam 650’den fazla saat FRP oynanmış, bakın hiç abartmıyorum 1000 sayfadan fazla mesajlaşma yapılmış, 60-65 karakter doğmuş ve ölmüş, sevgiliniz sizi terk etmiş, aileniz sizin hayırsız olduğunuza kanaat getirmiş, evlilik arifesindekiler nişanı bozmuş, yüzüğü atmış, terfi bekleyenler işini kaybetmiş ve en önemlisi -ayrıca en üzücüsü- oyuncular GM’lerin oynadığı ejderhaya karşı zafer kazanmıştı. Aşağıdaki fotoğrafta hüznün nasıl cisim olup bedene büründüğünü görebilirsiniz.
Peki en önemlisi, buna değer mi? Hayat bu kadar basit mi? Altı üstü oyun bu, manyak mıyız biz? Evet, buna değer. Hayat basit mi değil mi bilmiyorum ama bunun altı üstü oyun olmadığını da düşünüyorum. Gerek sorumluluk aldırması, gerek özellikle günümüzde bir bela olan plan yapma konusunda muazzam bir kurs niteliği taşıması ve çok daha önemlisi pek kıymetli arkadaşları aramıza katması ile YK’yı diğer bütün etkinliklerimizden daha farklı şekilde seviyoruz. Seneye bambaşka bir hikâyede, oyunculara bambaşka dert, tasa, bela yaşatıp kanser edeceğiz umarım. Şimdiden birkaç fikir çıkmaya başladı bile. Muhtemelen de tıpkı bu seride olduğu gibi Eylül ayı itibarıyla başlarız.
Düğün dönemine denk getirme konusunda özellikle çalıştığımızı belirtmekle birlikte, herkese esenlikler diliyorum.