Hasadın 2. Haftası San’ın kırsalında, sol yanı yırtık, göçebe çadırında, bir kadının göğü yırtan çığlığı duyuldu. Bembeyaz tenli, çok saçlı, Lila rengi gözlü bir kızcağız doğdu. Henüz gün ağrıyordu ancak gökyüzü hala grimsi bir mavilik içinde yüzüyordu. İlkbaharın son demleriydi. Kanlı kızı bir parça paçavraya sarıp hasadın içine götürdüler. Kız yeni biçilmiş olgun buğdayın içinde ağladı, ağladı. Sonra geceden kalma ateşin başında yeni avlanmış ilk Elandın karnına koydular. Isınınca yavrucak, kesildi sesi. Hayvanın bütün organları henüz çıkarılmış, değişik bezlere sarılmıştı. Yalnızca kalbi bir başka renkli beze sarılmış, hayvanın içinde, kızın başı altında durmaktaydı. Şamanlar kızın ve geyiğin başında duaya başladılar. Neden sonra, küçük bir çocuk koşturarak geldi ve annesi ölmüş dedi. Bütün göçebeler yüzlerinde bir korku ifadesiyle ağıda başladılar. Şamanlar Elandı avlayan avcıları çağırıp onların yüzlerine lanetler yağdırdılar. Henüz Eland avı için çok erkendi. Tanrı Cagn’ı kızdırmış olmalıydılar ki, zavallı kızın annesi ölmüştü işte. Kız Lila gözleriyle babasına bakmaktaydı geyiğin karnından. Babası gözlerini kızdan kaçırdı. Yeni doğum yapan başka bir kadının yanına gidip bebeği ona teslim etti. Hemen karısının gömülmesi işi için kürek, kazma gibi materyaller aramaya başladı. Kadınını koruyamamış olmanın utancıyla yaşayamazdı aynı kabilede. Gömü işinden sonraki gün pılını pırtısını toplayıp ayrıldı kabileden. Bu insanlar bozkırın avcı toplayıcı insanlarıydı. Para ve ticaretle tanışmadıkları için, hemen hemen her erken dönem kabiledeki gibi ataerkil bir toplumdu. Kadının başına gelebilecek her türlü olaydan kocası sorumluydu.
Sonbaharın son günlerinde göçebeler toplayıp çadırlarını, dağa, evlerine gideceklerdi. Kış soğuk ve acımasızdır San’da. Yine de güzel hasat almışlar, avlarını iyi kurutmuşlardı. Göçebeler 3 koca kış ayı boyunca dağda hep beraber yaşayacak, çocukları hep birlikte büyüyecekti. Kimse kıza isim koymadı o kış, Şamanlar bile. Lanetli dediler. İlkbaharda Cagn’nın erken avlanan Eland’ı için kurban edilip, kanı otlara serpilecekti. Şamanlar böyle karar verdiler.
Kış çabuk geçti, kız serpildi. Cagn’a kurban edileceği için, Şamanlar kıza iyi bakılmasını emretmişti. Neredeyse 7 aylıktı şimdi. İlkbaharın ilk yağmurlarıyla beraber kabile çadırlarını toplayıp dağdan aşağı, tarlalara indi. İlk ekin ekildikten sonra gürül gürül akan dere kenarına gidilerek Cagn’a hediyeler sunulacaktı. Kıştan kalan yiyecekler, yeni avlanmış tavşanların kürkleri, çiçekler ve bahar meyveleri.
Kızı güzelce giydirip törene hazırladılar. Derenin en alçak yerindeki büyükçe taşa yatırıp ayine başladılar. Kız rengarenk giydirilmiş, yüzü avlanmış tavşanların kanıyla boyanmıştı. Kız başına gelecekleri bilmiş gibi huzursuz olmuş, ağlamaya başlamıştı. Herkes kızın aksine neşeyle ayin şarkısına başlamıştı. Kızın ağlaması yükseldikçe yükseliyordu. Şamanlar ise sanki kıza inat, daha korkunç bağırıp şarkılarını söylüyorlardı. Kabilede herkes neşe içinde kendinden geçmiş, hem dans ediyor hem şarkıya eşlik ediyordu. Şamanlardan biri kızı iki eliyle kavradı. Bir eli bacaklarından, bir eli kollarından tutmuş, kızı göğe doğru kaldırmıştı. Antik dilde anlaşılmayan bir takım dualar okudu. Kadınlar çocuklar hala neşeyle dans ediyor, erkekler ellerindeki taş ve sopalarla toprağı dövüyordu. Yüce Cagn’nın dikkatini çekmeye çalışıyorlardı. Kız kendini yırtarcasına haykırıyordu. Gökyüzü daha da grileşmiş, fırtına bulutları toplanmıştı. Diğer bir şaman, hayvanları yüzmekte kullandıkları bıçağı getirdi. Kızın kısacık boynuna dayadı, tam bıçağı çekecekken, kızın şişman karnına bir peygamber devesi böceği kondu. Şamanlar aniden duraksadılar. Onların sesinin durduğunu farkeden kabile de aniden şarkıyı kesti. O anda kabilede herkes tamamen sustu ve korku dolu gözlerle böceğe bakmaya başladılar. Böcek sanki bütün kabileyi gözüyle taradıktan sonra, iki kolunu havaya kaldırıp gökyüzüne bakmaya başladı. Kanatlarını ve kollarını kocaman açmış, ayakları üzerinde yukarı aşağı sallanıyordu. Sanki törensel bir ayin yapıyordu peygamber devesi. Kızın ağlaması durdu. Kabile kocaman ihtişamlı böceğe bakakaldı. Neden sonra şamanlar onun Cagn’nın sureti olduğunu söyleyip, yavaşça saygı ve korkuyla kızı taşa bıraktılar. Böcek durmaksızın dans ediyordu. Şamanlar Cagn’nın kızı kutsadığını haykırıyorlardı bir ağızdan. Bütün kabile kızın yattığı taşın önünde yerlere serilip böceğe tapındılar. Korkudan yüzlerini topraktan kaldıramıyorlardı. Böcek sırayla şamanların kafalarına kondu. Sonra kaybolup gitti. Şamanlar yüzlerini yerden kaldırdıklarında, kızın taşın üzerinde debelenip, ellerini havaya doğru kaldırdığını ve gülümsediğini gördüler. Kızın elleri, yüzünün biraz üstünde, olmayan bir şeyleri tutup yakalamaya çalışıyor gibiydiler. Kız çarpık biçimde gülümsüyordu. Cagn kızı kutsamıştı.
Kızı kendi adetleri üzerince büyüttüler, kimse ona isim koymadı. Herkes ya kız, ya da Cagn’nın kızı diye sesleniyordu ona. Çocukluğu boyunca, hiç hasta olmadı. İlk emeklediğinde kaçıp saklanır, onu bulanlara, korkuyla arayanlara kaba şakalar yapar, herkesi korkutmaktan pek hoşlanırdı. Ne zaman yalnız kalsa, kadınlar veya çocuklar peşine düşerlerdi. Kızı bulanlar yanında ya bir peygamber devesi ya da renkli tombul bir tırtıl gördüklerini söylediler. Kız bulabildiği bütün boşlukları peygamber devesi aramakla geçirirdi. Çok da zorlanmazdı aslında. Ne kadar da çok izlerdi bu ihtişamlı böceği. Saatlerce aynı konumda aynı şekilde sabırla bekleyişini, kendini bir dala benzetip ormanın içinde neredeyse görünmeyecek şekilde saklanışını izlerdi. Peygamber develerinin her türünü, her şeklini ezberlemişti. Gözleri keskinleşmişti sırf bu yüzden. Peygamber devesinin avlanırken, kendini savunurken, saklanırken ve hatta çiftleştikten sonra erkeğini yerken bile neler yaptığını ezberlemişti. Hayvanın kamburluğunu, pençe hareketlerini hatta kanatlarını açıp devleşmesini bile mükemmelen taklit edebilir hale gelmişti.
Seneler geçti, kız serpildi. Gözleri, gece karanlığı gibi koyulaşıp, dikkatli bakmayan kimsenin ayırt edemeyeceği derin bir mor renk aldı. Erkekler ile birlikte ava gitti, et kuruttu, kadınlarla birlikte ekin ekip, çocuk büyüttü. En çok bataklıkta büyüyen nergisleri sevdi, bu yüzden kendine Daffodil dedi. 14-15 yaşlarında kabileden erkekler onunla evlenmek istedi. Şamanlar buna izin vermediler. Zaten Daffodil’de evliliğin gerekliklerini yerine getirebileceğini pek düşünmüyordu. Onun sevdiği tek şey, kabile çocuklarını peşine takıp ormandaki otların şifalarını anlatmak veya korku dolu efsanelerle hepsini dehşete düşürmekti. Yalnız kaldığında ise mutlaka bir peygamber devesi bulur ve onunla konuşurdu.
Daffodil 19 yaşındayken kış çok ağır geçmişti. Baharda tekrar ekin yerlerine indiklerinde, derme çatma yapılara yerleşen kaba saba insanlar gördüler. Bu insanlar beyaz tenli koyu kıvırcık renk saçlı, genellikle iri yarı, kılıçları hançerleri ve bol miktarda deri kıyafetleri olan, bilmedikleri bir dilden konuşan, pis kokan erkeklerdi. Kabilenin erkekleri ellerinde ne varsa, bıçak, sopa, taş bu insanlara saldırdılar. Kadınlar çocukları ve canlarını korumak adına orman içine saklandılar. Kaba saba insanlar sayıca üstünü ve dövüşmeyi biliyorlardı. Daffodil’in kabilesindeki bütün erkekleri, erkek çocuklarını ve yaşlıları öldürdüler. Kadınları ve kız çocuklarını zincirlere vurup kocaman yüzen tahta şeylere bindirdiler. Daffodil bu adamların dilini asla anlayamıyordu. Onari dilini ilk kez o gün duydu. İlk öğrendiği kelime ise daha sonra korsan olduğunu öğreneceği bu adamların onlara bakıp ağızlarından salyalar akıtarak “kadın” demesiydi.
Daffodil, köyün en güzel kadını değildi. Şüphesiz ki bu yarı göçebe kabilenin ten rengi biraz kavruk, kahverengi tonundaydı. Daffodil ise yeni sağılmış keçi sütü kadar beyazdı. Kabileden onu ayıran tek özelliği buydu. Onun dışında iyice bakanın görebileceği siyaha bakan mor renkli koca gözleri olan, yuvarlak yüzlü dağınık kaşlı, yüzünün ortasında irice duran şekilli bir burnu olan 1.60 cm boylarında iri kalçalı ve iri göğüslü bir kabile kadınıydı. Erkeklerle ava gitmiş olduğu için diğer kadınlardan biraz daha güçlüydü ama bir erkeğe kafa tutabilecek kadar değildi kuşkusuz.
Korsanlar zaman içinde kadınların ve çocukların bir kısmına tecavüz ettiler. Daha yaşlıca olanlara temizlik yaptırdılar. Daffodil de dahil güçlüce olan kadınlara kürek çektirdiler. Daffodil kürek takımında çalışmaya başladıktan sonra biraz daha güçlendi. Sıklıkla korsanları dinliyor, dillerini anlamaya çalışıyordu. Bir gün kürekçileri kontrol eden, kürekçibaşına Onari dilinde “Tamam kaptan.” dediği için bütün 1 hafta boyunca mürettebatın alay konusu oldu. Ama bu onu yıldırmadı. Gizliden gizliye dillerini öğrenmeye devam etti.
Zaman geçiyordu. Denizin ortasında mevsimler çok anlaşılmıyordu. Ancak korsanlar yıldızlara bakarak yönlerini takip ediyorlardı. Daffodil’in insanlarından bir kısmı ölmüştü. Hastalıktan, kötü muameleden veya açlıktan ama genellikle çok çalıştırılmaktan ölmüşlerdi. Kalanlar ise zaten hemen hemen bütün korsanların oyuncağı haline gelmişlerdi. Buna Daffodil de dahildi. Nedense şansı yaver gitmişti ve Daffodil 2. Kaptanın kalbini fena çalmıştı. Bu adamın nispeten yumuşak bir kalbi ve kişisel arkadaşlığa derin bir açlığı vardı. Daffodil Onari’nin öğrenemediği kısmını, denizde yön tayin etmeyi, rota bulmayı, yıldızları okuyabilmeyi, zamanı anlamayı, korsan gibi içip dağıtmayı, küfür etmeyi, kendini korumayı, kürek çekerken nasıl daha az yorulacağını ve daha bir çok hayati bilgiyi bu adamdan öğrendi. Karşılığında adama, kendi dilini öğretti ve geldiği yerin efsanelerini anlattı ve bedenini sundu. Ona Cagn’dan, inançlarından ve çocukken Daffodil’i kutsamasından asla bahsetmedi. Adamın güvenini kazanmış olmak Daffodil’e onun silahlarına erişmesini sağlamak gibi bir avantaj verdi. Bu nispeten nazik adamı asla aldatmadı Daffodil. Ama bir hançerini ona göstermeden çaldı. Bu eski püskü ve uzun süredir kullanıldıktan sonra muhtemelen emekli edilmiş bir yanı tırtıklı bir hançerdi. Daffodil bu hançeri sürekli belinde saklamaya başladı.
Gemiye alınmalarından belki 6 belki 8 ay sonra kürekçilerin başı, bir gece Daffodil’i sıkıştırmaya kalktı. Daffodil önce direndi ama baktı ki adamı durduramıyor, adamın karnına sapladı, belinde sakladığı hançeri. Adam yeri göğü yırtarcasına güçlü bir çığlık attı. Bir anda bütün mürettebat tepelerinde toplanmıştı. İkinci kaptan da oradaydı. Daffodil ağlayıp yalvararak af diledi ama nafileydi. Bunca zaman ona nazik davranan bu adam gereken emri verdi. Korsanlardan olmayan birinin ihanetinin cezası, öldüresiye dövülmekti. Bütün mürettebat Daffodil’i arasına alıp dövmeye başladılar. Hangi ayak hangisinin eşi, hangi yumruk ne yönden geliyor anlayamadı Daffodil. Öldü diye bıraktılar ancak. Kabilesinden kalan insanlara örnek gösterdiler aldığı cezayı. Bir kaç kadın onu depoya götürdü. Daffodil ölmedi, ama yaşıyor da sayılmazdı. Kadınlar ekmek çiğneyip yaralarına koydular. Yüzü gözü parçalanmış, burnu kırılmış, çenesi çıkmış kaburgaları ciğerine batmış, bir bacağı kaval kemiğinden çatlamıştı.
Daffodil o zaman çok uzun bir rüya gördü. Orada yattığı 3 hafta boyunca, rüyasında Cagn’a seslendi. Ona yalvardı, onu bulmaya çalıştı. Cagn’dan bir yaşama şansı daha istedi ve eğer bunu başarabilirse, bu delilikten kurtulmak da.
3 hafta sonra korsanlardan biri Daffodil’in vücudunu pirelerin sardığını gördü. Korsan gemilerinde pire önemli bir sorundu. Bu gemide pire olması için mantıklı hiç bir sebep yoktu. Gemi çok uzun süredir denizdeydi ve canlı hayvan taşımadıklarına yemin etti mürettebat.
Yine de 2. Kaptana bu durumu bildirdiklerinde, şansı yaver gitmişti Daffodil’in. 2. Kaptan kızın hala ölmediğini ama yarı baygın durumda olduğunu duyduğunda, onu deniz tanrısı Neptün’ün koruduğuna tüm kalbiyle inandı. Eski püskü bir kayığın denize indirilmesi emrini verdi. İçine siyah kapşonlu bir pelerin, 2 kürek, bir küçük şişe su, iki tane kurutulmuş balık ve korsana saldırmak için kullandığı hançerle birlikte, Daffodil’in yarı cansız bedenini okyanus ortasında salıverdiler. Daffodil görmese de 2. Kaptan arkasından bir süre baktı. Onu Neptün’ün kollarına bırakıp, kaderine terketmişlerdi.
Kendine geldiğinde denizin ortasında yalnızdı. Kafasına yediği darbeler nedeniyle gözlerini odaklamakta zorluk çekiyordu. Çok susamıştı. Kayıkta olduğunu anlaması bile uzun zaman aldı. Kimbilir buraya nasıl gelmişti. Bu kayığa onu kim çıkarmıştı. Ne kadar zamandır baygındı. Hiç bir fikri yoktu Daffodil’in. Önce kana kana su içti. Sonra balıklardan birini açlıkla yedi. Hava güneşliydi, nispeten sıcaktı. Elini suya soktu deniz ılıktı. Sonbahar bitiyor olmalı diye düşündü. Hızlıca bir kara parçası bulmalıydı ama yönünü tayin etmek için geceyi beklemek zorundaydı. Üstelik değil kürek çekmek, bir kedi yavrusunu taşıyacak kadar bile canı yoktu. Geceye kadar uyudu Daffodil. Gece olunca 2. Kaptanın ona öğrettiği gibi yıldızlara bakıp, yönünü tayin edecek ve çok uzun zamandır özlediği evine, kırlarına, Cagn’a ve hayatına geri dönecekti.
Gece olunca yıldızlara bakıp yönünü tayin etmek istedi ama bu çok zordu. Kuzey yıldızını hatırladı ama onu diğerlerinden ayıramadı. Baktığı her yer denizdi ve gökyüzü binlerce yıldızdan oluşan bir başka deniz olarak tepesine çökmüş gibiydi. Daffodil ömründe ikinci defa avazı çıktığı kadar bağırarak ağlamaya başladı. Tek bir tane balığı, yarım küçük şişe suyu vardı ve burada kesin ölecekti. “Cagn! Neredesin?” diye bağırdı. Defalarca bağırdı, defalarca tanrısını çağırdı. Ama hiç ses yoktu. Hiç bir yerden ses gelmiyordu. Ağlaması bir süre sonra gülmeye, kahkahalara dönüştü. Burada çıldıracak öleceğim diye düşündü. Hava buz gibi soğuktu, pelerini sırtına sarıp ellerinin içine üfleyerek bir ağlayıp bir bağırarak uyumaya çalıştı.
Ertesi sabah güneş yüzüne vururken uyandı. Güneşin konumundan yeni sabah olduğunu anlayabilmişti. İşte orada imkansız bir şey oldu. Bir peygamber devesi sandalın ucunda duruyor, ona bakıyordu. Daffodil delirecek gibi oldu. Gözlerine inanamıyor, hayal görüp görmediğini anlamak için onları sürekli ovuşturuyordu. Erkek olmasına rağmen, normal bir dişinden neredeyse 5 kat daha büyük ihtişamlı bir orkide mantisi gözlerinin önünde hiç hareketsiz duruyor ve doğrudan Daffodil’in ruhuna bakıyordu. Hemen kalan tek balığını ona sundu. Böcek büyük bir hırsla balığın bir kısmını yedi. Sonra kayığın başka bir yönüne geçti ve orada öyle durdu. Daffodil kayığı zor bela o yöne döndürdü. Bu sefer böcek kayığın burnuna geçip orada öyle dikildi. Daffodil var gücüyle kürek çekmeye başladı. Böcek ne yöne giderse kayığın burnunu o yöne döndürüyor, sevinçle kahkahalar atıyordu. Açlığını, yorgunluğunu, bitkinliğini, hatta kırık kaburgalarını bile tamamen unutmuş gibiydi. Arada dinlenip yüzüne deniz suyu çarpıyordu. Başından geçen her şeyi böceğe anlatıyordu. Daffodil hiç bir şey yemeden ve az suyunu idareli kullanarak 4 gün kürek çekti. O sabah uyandığında uzakta bir kara parçası gördü. Ama 4 gündür ona eşlik eden tanrısı yok olup gitmişti. Geldiği gibi.
Daffodil karaya çıktı. Ellerini beline koyup doğrulmak istedi, ama başaramadı. Ciğerlerine batan kaburgaları onu kambur durmaya zorluyordu. Kıyıda kimsecikler yoktu. Minik bir yarımadaya çıktığını anlaması 2 gününü aldı. Burası kısa çalı bitkileri olan otlak gibi bir kara parçasıydı, çevrede hiç insan yoktu. Ancak bir iki yaban tavşanı ve normal kedilerden daha büyük koca tüylü kuyruklu, garip yüzlü bir kedi gördü. Bu garip kedilerin tavşanları avladığını gördü. Daffodil bildiği böcekleri ve meyveleri yiyerek, gücünü topladı. Garip kedileri avlanırken takip etti. Onların avladığı 2 tavşanı, sopa ve taşlar kullanarak kedilerin elinden alabildi. Ateş yakmayı denedi, ama köyündeki taşlardan bulamadı. Mecbur tavşanları temizleyip, deniz suyunda yıkadı ve çiğ olarak yedi. Karaya ayak basmasının 4. Haftasında hala tam olarak doğrulamıyordu, ancak gücünü iyice toparlamış gibiydi.
Şimdi bir yerleşim yeri bulması gerekiyordu.
Daffodil yarım adadan ayrılmadan önce ne yapabileceğini düşündü. Tarım harici bildiği bir iş yoktu. Kırılan burnu ve çıkan çenesi kötü kaynamıştı. Bulabildiği düz su birikintilerinde artık çok da güzel görünmediğini farketmişti. Kırılan kaburgaları zor iyileşiyordu. Kontrol edilebilir kamburu ve yaralarıyla çok da sevimli görünmediğini düşündü. Belki bir bahçe, bağ bulabilirdi. Yatacak yer ve yiyecek karşılığında çalışabilirdi. Kayığını iyice sahile çekip üzerini bulabildiği çalılarla güzelce örttü. Pelerinin kapüşonunu başına geçirdi ve yola düştü. Yarım adadan biraz uzaklaştığında patika gibi bir yol buldu. Yolu takip ettiğinde uzaktan bir kasabaya doğru yaklaştığını farketti. En fazla 20 hanesi olan, derme çatma yapılardan oluşmuş küçücük bir kasabaydı bu. Çok küçük bir iskelesi vardı ve kasabanın genel ihtiyaçları 2 ayda 1 gelen gemilerle karşılanıyordu. Gece geç saatlerde kasabanın hanını buldu. Daha önce böyle bir yer görmemişti ama kaptandan tasvirlerini dinlemişti. Handan içeri girdi. Tahmin ettiği gibi kalabalık bir yerdi. Ortalıkta servis yapan kadınlar ve köpek gibi içen erkekler vardı. Daffodil’in hiç parası yoktu. Paranın varlığından bile daha yeni haberdar olmuştu. 2. Kaptan ona para, altın, gümüş gibi kavramları ve bunların ticarette kullanıldığını anlatmıştı. Ayrıca onun gibi güzel yüzlü bir kızın hemen hemen her handa içki dağıtmak için iş bulabileceğini de. Daffodil artık o kadar da güzel değildi ama şansını denemek zorundaydı. Barmene yaklaşıp, kalacak yere ve ne olursa olsun bir işe ihtiyacı olduğunu söyledi. Barmen Daffodil ile dalga geçip onu bardan kovaladı. O geceyi barın dışında soğuktan üşüyerek ve düşünerek geçirdi.
Ertesi sabah güneş ağarırken uyandı ve barın duvarına dayalı bir çalı süpürgesiyle barın önünü süpürmeye başladı. Bir yandan gürültüyle yerleri süpürüyor diğer yandan Cagn’a yalvaran bir ilahiyi yüksek sesle seslendiriyordu. Sese uyanan fahişeler geldi. Daffodil’i itip kalkarak kovalamaya çalıştılar. Yüzüyle, kamburuyla, pek de iyi olmayan sesiyle dalga geçtiler. Daffodil ağladı ve onlardan yardım istedi. Fahişeler dalga geçmeye devam etti, ancak biri haline acıdı ve onu odasına aldı. Daffodil’e yardım edemeyeceklerini ve buranın fakir bir köy olduğunu anlattı ona. Biraz yiyecek verdi. Burdan gitmesi gerektiğini, burada para kazanmasının mümkün olmayacağını söyledi. Daffodil ısrar etti. Kalacak hiç bir yeri olmadığını ve tavşan leşiyle beslendiğini anlattı. Aylardır doğru dürüst yıkanmadığını söylemesine gerek kalmadı. Fahişe onun haline acıdı. Bu kadın 17 yaşlarında, güzelce, çilli, kızıl saçlı bir kızdı. Adı Chlerd idi. Daffodil’i banyosunda bir güzel yıkayıp, pakladı. Keçeleşmiş saçlarını kökünden kazıdı. Güzelce karnını doyurup, gün boyu uyumasına izin verdi.
Gece olunca Daffodil sabaha kadar kasabada gezdi. Sabah olunca, Chlerd ile birlikte yatıp uyudular. Başlangıçta Daffodil kendine bir iş bulana kadar idare edebileceğini söyledi Chlerd. Daffodil bazen Chlerd’e kendi hikayesini anlatıyordu. Chlerd’de ona. Kimi zaman beraber ağlıyorlar, kimi zaman kahkahalara boğuluyorlardı. Daffodil kasabada ufak tefek işler yapıp küçük paralar kazanıyor, bunu Chlerd’e veriyordu. Bazen müşterilerden birinin kızı dövdüğü olurdu. Daffodil adamı ertesi gece bir kenarda yakalar, baldırının içine ufak bir çizik atardı. Adamın tek hatırladığı küçük bir çocuğun parasını çaldığı olurdu genelde. Kimse kamburdan şüphelenmezdi. Başlangıçta geçici olan anlaşmaları zamanla kıymetli bir dostluğa dönüştü.
Bir gün Chlerd Daffodil’e bir iş rica etti. Bir paketin bir yere götürülüp bırakılması gerekiyordu. Daffodil bu işi tertemiz halletti. 2 hafta sonra tekrar. Sonra tekrar. Sonra başka bir adamın bir gemiyle işi vardı, Daffodil’in de gece sessizce hareket edebileceği bir sandalı. İşler gün geçtikte büyüdü. Daffodil Chlerd’i hancıdan satın aldı. Kasabanın az dışında bir ev yaptılar kendilerine. Daffodil 23 yaşında profesyonel bir kaçakçıydı. İyi geliri vardı. Chlerd ile güzelce geçinip gidiyorlardı. Kız artık fahişelik yapmıyordu. Evin arkasındaki ufak toprakta bir şeyler ekip biçiyor ve tavuk besliyordu. Daffodil mutluydu. Chlerd mutluydu. Hayatlarını böyle sonlandırabilirlerdi. Ama rüzgar ters yöne esmeye başlamıştı.
6 sene sonra, Daffodil 29 yaşındayken bir sabah rüyasında kendini gördü. Elandın karnına yatmış olan kendi bebekliğini. İlk doğduğunda et ve kan içinde paçavralara sarılmış minik bebeği, birileri yeni yarılıp organları boşaltılmış olan Elandın karnına yatırmıştı işte. Elandın karnı Daffodil’i öylece yutup bitirdi. Küçük bebeğin hiç bir parçası kalmayana kadar yedi.
Daffodil korkuyla uyandı. Tanrısı Cagn’a şükretmeyi bırakalı çok olmuştu. Chlerd bir kaç gündür solgundu, bugün yataktan çıkmamıştı. Chlerd yanıyordu. Cehennemden gelen bir alev içine yerleşmişti. Chlerd sayıklıyordu. Chlerd hemen hemen 5 gün kadar alevler içinde yandıktan sonra oracıkta, sessizce öldü. Alev saçları solgun, gözleri ölüydü. Daffodil Chlerd’i evlerinin bahçesine, çok sevdiği meşe ağacının altına gömdü. Daffodil Chlerd ile birlikte o mezara ruhunu da gömdü.
Bundan sonra, Daffodil sertleşip, hissizleşti.
Tehlikeli işler yapmaya başladı ve yüzüne gözüne de bulaştırdı. Yaklaşık 9 ay boyunca o kadar çok defa ölümden döndü ki, kasaba halkı onun bir kedi gibi 9 canlı olduğunu konuşmaya başladı.
Daffodil çok sıklıkla yaptığı gibi bir sabah yine erken uyanmış, Chlerd ile konuşmaktaydı. Chlerd’i gömdüğü yerdeki toprak oynamaya başladı. Mezarın içinden erkek bir Eland çıktı. Daffodil o kadar uzun zamandır Eland görmemişti ki, bir an neye benzediğini tamamen unuttuğunu farketti. Doğruca rıhtıma koşmaya başladı hayvan. Daffodil de hemen arkasından seyirtti. Eland koşarak bir gemiye çarpıp toz oldu. Havaya karıştı. Daffodil koşup geminin önünde durdu. Ellerini dizlerine koyup nefes nefese olan soluğunu düzenlemek için iyice eğildi. Geminin tayfasından bir korsan yanına yanaştı. “Eşyan var mı?” Diye sordu. “Yok” dedi Daffodil. “Yalnız bir kayığım var, şurada. Onu almamız lazım.” “Hiç sorun değil” dedi korsan, “10 gümüş göster, çözelim bu sorunu.”
Daffodil ona 1 altın verdi. Korsan şaşkınlıkla elindeki metale bakıp, sonra da ısırdı. Gerçek olduğunu anlayınca da, Daffodil’in arkasından seslendi. “HEY! HEY! Umarım bu para gerçektir kambur! HEY! SANA DİYORUM! Yiyecek bir şeyler alsan iyi edersin. Son Çıkış Kasabası 3 ay uzakta!”