Bu yazımı, bu muhteşem eserle tanışmama vesile olan derneğimizin kıymetli üyesi Burak Sonbudak’a ithaf ediyorum.
Bir mahkumu yola getirmenin en nihai yolu, onu özgür olduğuna inandırmaktır.
-Kier EAGAN
Bir odada gözünüzü açtığınızı düşünün: Bir masanın üzerinde uzanıyorsunuz, her yeriniz sızlıyor ve ışık gözünüzü kamaştırıyor, cızırtılı bir hoparlörden bir ses yankılanıyor: ”Kimsin sen?”

Kafanız karışıyor birden, ne olduğunu anlamaya çalışıyorsunuz. Kim olduğunuzu ve neden burada uyandığınızı hatırlayamadığınızı fark ediyorsunuz. Uzandığınız masa bir vulvayı, kablolarla bağlı olan hoparlör de bir göbek bağını andırıyor tepeden. Yeniden doğuşunuz temsil ediliyor adeta, ama siz bunun farkında değilsiniz. Çınlayan kulağınızda, ağrıyan kafanızda tek bir soru yankılanıyor sadece: Kimsin sen?
İşte Severance! İnsanoğlunun binlerce yıldır kendine sorduğu ve nihai yanıtını bir türlü bulamadığı bu kadim soruyla başlıyor ve beni de bu vesileyle içine çekebilmeyi gözümü bir an bile kırpmadan 2 gün içerisinde koca sezonu bitirebilmemi sağlıyor.
Çalışırken bazen durup düşünmüşsünüzdür illa ki? Hele de üretime doğrudan katkıda bulunmayan, kurumsal ve masa başı bir işle meşgul iseniz. Ben şu an ne yapıyorum? Bu yaptıklarımın ne anlamı var, kime ne faydası var bunca çabanın? İnsanlığa ve geleceğe hiçbir yararım yok, güneş görmeyen 1+1 dairemde, ortalama bir hayat sürebilmek adına her gün gelip ruhumu ve ömrümün üçte birini satıyorum.

Hani kendinizi önemsiz, küçük ve vasıfsız hissedersiniz ya bazen. İşte tam öyle bir anda şöyle bir etraflıca düşünün: Çalışmak istemediğiniz o manasız ve sizi içten içe çürüten 8-5 mesainizi hayal edin, gözünüzün önüne getirin. Her sabah söverek kalk, alelacele hazırlan, sıkış tıkış metroya bin, işe gel, aslında hiç hazzetmediğin insanlara içinden gelmemesine rağmen gülümsemek ve onların manasız sohbetlerine istemsizce müdahil olmak zorunda kal. Zihninde onları defalarca tokatlama hayalleri kurarken tebessüm ederek sohbete eşlik et. Hiç kimseye faydası olmayan o manasız işini 8 saat boyunca yapmak zorunda ol. Üç kuruş para için patrondan ve ekip liderinden azar ye, içinden söverek çalışmaya devam et. Birazcık da olsa işten kaytarabilmek adına, ne hikmetse sürekli enerjik olabilen ve sürekli komik olmayan espriler yapan o malum arkadaşınla sigaraya başla, sonra tuvalete kaçıp biraz telefonda gezin. Zaman geçmek bilmesin, bir kaç saat önce baktığında saat ondu zaten şimdi nasıl onu çeyrek geçiyor olabilir? İşin olmasa dahi mesainin bitmesini boş boş bekle ve düşün, burada ne yapıyorum diye sor kendine. Ne işim var benim burada? Kahrol! Sonra biraz daha düşün. Yaptığın işin manasızlığı bir tokat gibi çarpsın suratına her seferinde. Ama gözlerini devirerek klavyede tuşlara basmaya devam et.
Peki sana bir fırsat verilseydi tüm bu çile dolu, işkenceyi andıran anlar su gibi akıp gitseydi ve bir anda şak diye bitiverseydi. Tüm o ıstırabın, boşa geçen onca vaktin, katlanmak zorunda kaldığın onca insanın, yapmak zorunda olduğun onca aptalca işin hiçbirini hatırlamayacak olsaydın. Ama ne hikmetse bir şekilde görevini de yerine getirmiş olacaksın ve her ayın 15’in de cep telefonuna maaşının yattığına dair bildirim gelmeye devam edecek. Bunu kabul eder miydin? Yani kulağa hoş geliyor değil mi?
İşin tüm zahmetli kısmını geride bırakarak sorumluluklarını yerine getirmiş ve maaşını hak etmiş olacaksın; rüya gibi gerçekten. Ama bu senaryo düşündüğün kadar hoş mu hakikaten? Şöyle yeniden bir etraflıca düşün, derin bir nefes al ve tahayyül et. Sekizde işyerine gireceksin, ve kapıdan adımını attığın anda her şeyi unutacaksın ve koca bir boşluk… Gözünü kapayıp tekrar açtığında bir bakmışsın ki saat beş olmuş ve asansörden çıkıp hayatına kaldığın yerden devam ediyorsun. Ütopya gibi değil mi? Ancak ütopyalar ve distopyalar arasındaki çizgi o kadar incedir ki bazen belirsizleşir.

İşte köklü Lumon şirketi insanlara bu imkanı sağlıyor. Gönüllük esasına dayanarak, kişinin kabul beyanı vermesi halinde, ”Severance” yani ”Ayrıştırma” denilen bir işlem neticesinde, beyninize bir çip yerleştiriliyor. Bu operasyonun ardından Lumon Şirketi’nin ”Ayrıklar” adını verdiği özel bir biriminde çalışmaya başlıyorsunuz. Girişiniz ve kullandığınız asansör diğer çalışanların kullandıklarından farklı.
İlk sahnelerde yine bir ayrık olan ve hoparlörün ardındaki ”Kimsin sen?” sesinin sahibi Mark Scott’u işe giderken görüyoruz. Girişte danışmaya yine kuşbakışı bakıyoruz ve bizi ”C” harfi şeklinde bir masa karşılıyor.

Bildiğiniz üzere İngilizcede C harfi ”see” diye okunur. See… Görmek… Başta bize kimsin sen diyen ve yeniden doğuşu temsil eden görsel sembolizm, şimdi ise bize emrediyor: Gör!
Mark Scott, tüm kişisel eşyalarını, kişiliğiyle birlikte asansör kapısının dışında bırakıyor. Asansöre biniyor ve Mark S (Karl Marx’a selam göndermeyi de unutmamışlar) olarak gözünü açıyor. İçerideki kişiliği vücudunun kontrolünü ele aldı artık. Bu kişiliğe ”Innie” yani ”İçsel” diyorlar ve dışarıdaki kişiliğine ise ”Outie” yani ”Dışsal”. Mark S, cebini kurcalarken buruşmuş bir peçete görüyor. Bu, az önce Dışsalı’nın hüngür hüngür ağlarken gözyaşlarını sildiği peçete ama İçsel’i bunun farkında değil. Peçeteyi çöpe atıyor ve suratında tatlı bir tebessümle, her şeyden habersiz bir şekilde, labirent gibi koridorlardan geçerek ofisine doğru yola koyuluyor. Ofiste her şey, tıpkı sevdiğim bir başka bilimkurgu evreni olan Fallout’ta olduğu retro-fütüristik dediğimiz bir tarzda. Bir yandan da Sovyet mimarisini ve o dönemin tabiri caizse, steril estetiğini de yansıtıyor Lumon binası ve ofisler.


Hatta duvarlara işlenmiş olan Kurucu Kier Eagen’ın resmi bir tık Sovyet Dönemindeki Lenin portrelerini andırıyor. Kier ismi, eski Gal dilinde ”karanlık” demekmiş, onu öğreniyorum. Ve Mark S, bilgisayarını açınca gözüme bir şey takılıyor birden.

Lumon şirketinin logosu yüklenirken ilk etapta bir gözü andırıyor adeta. Danışmadaki ”Gör” komutu geliyor aklıma. Dizi yine sembolleri kullanarak beni içine çekiyor adeta.

Ardından Lumon şirketinin logosu tamamen beliriyor ve bu defa da Dünya’yı andırıyor logo onu temsil ediyor sanki ve merkezine Lumon’u yerleştiriyor. Dünyayı anlayabilmek için, onun merkezine yerleşebilmek için görmeli ve aydınlanmalısın diyor bize eser.
İnsanoğlunun 18. yüzyılda dogmalardan, geleneklerden ve önyargılardan sıyrılıp akılcı ve özgürlükçü düşünceye, inanç yerine bilgiye yöneldikleri döneme ”Aydınlanma Çağı” diyor tarihçiler. İnsanın en temel duyusunun görme olmasından onun karanlıktan korktuğundan ve daima ışığa özlem duymasından mütevellit bu ismi layık görüyorlar bu döneme.

İnsanlar aklı dünyanın merkezine yerleştiriyorlar artık, tıpkı Lumon yazısının logodaki dünyanın merkezine yerleşmesi gibi. Dünya çapındaki düşünsel metinler birer ikişer Latince’ye çevriliyor ve domino etkisi yaratıyor adeta bu durum. Sonra bakıyorum ki Latincede ”lumen” ışık demekmiş. Hatırlıyorum sonradan, lise yıllarımdaki fizik derslerimden lumenin ışık ölçü birimi olduğu geliyor aklıma. Yine liseden İngilizce derslerimi anımsıyorum: Sahi ya, illumination kelimesi aydınlanma demekti. Tam ortasından Lumon’ı çekip çıkarıyorum, Lumon şirketinin insanların hafızalarını çekip çıkardığı gibi. Dizi de git gide içine çekmeye devam ediyor beni.
Yazının başında size bir soru sormuştum hatırladınız mı? Hatırlamayanlar elbette olacaktır, çünkü o soruyu sorduğumda onların İçsel’i ile muhataptım, şimdi ise onların Dışsal’ı izliyor olabilir beni. Neyse muzipliğe ara verip konumuza dönelim: Düşünün demiştim size, düşündünüz mü etraflıca?
Hem gizlilik ihlali yapmamak hem de daha verimli çalışabilmek adına günün 8 saati dışarıdaki hayatınızı unutuyorsunuz. Bir aileniz ve çocuklarınız varsa 8 saat boyunca onlar sizin için, daha doğrusu İçsel’iniz için hiç var olmamış oluyorlar. Ofiste birisine deliler gibi aşık oldunuz ve herkesten gizli tuvalette bir kaçamak yaptınız diyelim, ofisten çıkınca tüm bunları tamamen unutup yakışıklı kocanıza veya güzel karınıza, ona olan sadakatinizden bir an bile şüphe duymadan geri dönüyorsunuz. Dışarıda homofobik ve maço bir aile babası olabilirsiniz ama ofiste içseliniz bir erkeğe derin bir hayranlık besliyor olabilir. Veya ofiste aşırı asi bir tipseniz dışarıda ürkek ve uysal birisinizdir belki de.
Veya şöyle düşünün: Karınız veya çocuğunuzu elim bir kazada yahut korkunç bir hastalıktan ötürü yitirdiniz. İçiniz kan ağlıyor, ağlamaktan göz pınarlarınız kuruyor, ama işe geri döndüğünüz an hiçbir şey olmamış gibi içerideki hayatınıza kaldığınız yerden devam ediyorsunuz. Kulağa korkunç geliyor değil mi? Bence de korkunç bir deneyim olsa gerek. Başta ütopya gibi görünen şey bir anda gözümüze distopya gibi gelmeye başlıyor artık. Ancak her şeye rağmen Lumon, her ne kadar aydınlık/ışık anlamına gelse de bazıları için Lumon’un sözlükteki karşılığı ”kurtuluş” olabiliyor.
Yitirdiği evladının veya eşinin 8 saatliğine de olsa acısını unutabilmek, 8 saatliğine de olsa ıstırap çekmemek ve her şeyi, tüm dertlerini bir anda unutuvermek… Tüm bunlara ek olarak da dolgun bir maaş almak, bazıları için hayatla başa çıkabilmenin yegane yolu olabiliyor. İnsanlar çoğunlukla sırf bu nedenden ötürü alkole ve uyuşturucuya başvuruyorlar. Bir süreliğine de olsa tüm sıkıntılardan arınıp mutlu hissediyorlar, ama kendilerine geldiklerinde çok daha kötü hissediyorlar.
Ayrışma süreci sonrasında da her işe geldiğinizde kafanızdaki sesler susuyor, kaygılar yok oluyor, geçmişe sünger çekiyorsunuz ve günün üçte birini uykuya diğer üçte birini de yalnızca işinize ayırıyorsunuz ve acı çekmeniz gereken yalnızca 8 saat kalıyor. Zaten bu yola bir kere girdiyseniz başka şansınız da kalmıyor artık. Başkarakterimiz Mark Scott da unutmak isteyenlerden: Eşini yitirdikten sonra ağır bir depresyona girer ve son çare olarak da Lumon’un ayrışma programına katılmayı kabul eder.

Kafamda bir kaç soru beliriyor birden diziyi izlemeye devam ederken: Dışarıdaki Mark Scott ve içerideki Mark S hala aynı kişi mi? Dizi de daha ilk sahnede bize aynı soruyu soruyor ya hani bize: ”Sen kimsin?” Biz kimiz? Bizi biz yapan şey nedir? Yaşanmışlıklarımız, anılarımız, tecrübe ve birikimlerimiz mi? Peki ya tüm bu anılardan tıpkı bir yılanın deri değiştirmesi gibi sıyrılırsak, geriye ne kalır? Gerçek benliğimizi mi açığa çıkarırız yoksa asli kişiliğimizi hepten yitirir miyiz? Hangisi biziz? Hiç düşündünüz mü?
Eğer bizi biz yapan yalnızca anılarımız ise biz yalnızca geçmişimizden mi ibaretiz? Yahut öyle değilsek yalnızca et ve kemikten mi ibaretiz? Bizler anı tuğlalarının üst üste konulmasıyla oluşan bir yığın mıyız yoksa? Eğer öyleyse ”gerçek, katı ve somut bir benlik”ten söz edilebilir mi? Benlik dediğimiz şey özünde, değişken ve akışkan mıdır?
Olaya bir de şu açıdan bakalım: Tüm bu anılardan ve geçmişten sıyrılmak; olaylara tamamen objektif bakmamıza, her şeyi nesnel ve olduğu gibi görmemize vesile olmaz mı? Geçmiş tecrübelerimizin sis perdesi ortadan kalkınca meydanda saf gerçek apaçık bir şekilde kristal bir küre gibi parıldamaz mı? Anılardan arınınca daha mantıklı ve işlevsel düşünemez miyiz? Lumon Şirketi’nin de arzu ettiği şey tam olarak bu aslında: Tüm duyguları, tüm hisleri, gündelik dertleri, çocukluk travmalarını, trafikte önünüze kırıp canınızı sıkan dallamayı, sürekli ses yapan üst komşunuzu, kütüphanede burnunu çekip duran ahmağı, asansör kapısının dışında bırakıp maksimum verimle yalnızca ve yalnızca işinize odaklanmanız. Zaten Lumon’un da arzusu bu aslında: maksimum verim! Hatta çalışanlar gün içerisinde birbirlerine ”Sana iyi günler dilerim” demek yerine ”Sana verimli günler dilerim” diyorlar.
Kendi hür iradenizle bu durumu kabul ettiniz ve işe başladınız diyelim. Gözünüzü açtığınızda tıpkı ilk sahnedeki Helly R gibi bir masada uyanıyorsunuz ve hafızanızın yerinde olup olmadığını sınamak adına sizlere bir kaç basit soru soruluyor. Belli prosedürlerden ve birkaç kaş açılmasından sonra çalışmak zorunda olduğunuz ofisinize doğru yola koyuluyorsunuz. Çalışmak zorundasınız çünkü Dışsal’ınız öyle emrediyor. ”Bi dakika bi dakika… Ne demek Dışsal’ım öyle emrediyor? Ben yetişkin bir insanım, benim özgür iradem var, ben çalışmak istemiyorum!” diyebilir İçsel’iniz ama pek bir faydası olmayacak sanırım.
Çünkü İçsel’iniz çalışmak istemese dahi Dışsal’ınız sizi buna zorlayabilir. Toplum tarafından asli söz sahibi olarak Dışsal’ınız kabul edilmiştir. Bu durumda İçsel, Dışsal’ın kölesi konumuna düşmez mi? İnsan kendi kendinin hem kölesi hem de efendisi olabilir mi? Böylesi bir senaryoda, özgür irade dediğimiz şey nedir ve kimindir? İnsan kendi benliğine nasıl karşı koyabilir? Kendi benliğim dediğimiz şey hakikatte hangisidir peki? İçsel mi Dışsal mı? Hangisinin hakiki benlik olduğuna kim karar verir? Sorular birikti değil mi?
İşte benim gerçek bilim-kurgudan beklediğim özellik de tam olarak budur: Gerçek bilim-kurgu kafanızı karıştırır, beyninizin kıvrımlarını karıncalandırır. Sizi düşünmeye ve sorular sormaya sevk eder? Daha önce hiç düşünmediğiniz konular bir anda zihninize hücum eder. Beyninizin daha önce hiç dokunulmamış, hiç gün yüzü görmemiş kısımlarına hızlıca kan yürür ve daha önce hiç kaşınmamış yaralarınızı tatlı tatlı kaşır. Bilimkurgu, zihninizdeki körpe ve bakir tarlalarda, ruhunuzdaki dokunulmamış ve el değmemiş ormanlarda yalın ayak yürütmelidir sizi. Bilimkurgu gösterişli uzay gemilerinden, rengarenk ışın kılıçlarından ibaret değildir! Çok sevdiğim bir yazar olan Le Guin’in dediği gibi: ”Hayal güçlerini beslemeye ve işlemeye gücü yetmeyen bürokratlar ve politikacılar, bilimkurgunun ışın tabancalarından ve saçmalıktan ibaret olduğunu, sadece çocukların hoşuna gideceğini sanmaya meyillidir.”

İşte Severance böylesine derin bir etki yarattı bende. Çok fazla spoiler vermeden sadece genel çerçeveyi izah etmeye ve sizlerde merak uyandırarak bir an önce diziyi izlemenize vesile olmaya çalıştım aslında. Bu dizi vesilesiyle de; bilimkurgunun yalnızca kurgudan ibaret olmadığını, kurgu ve bilimin nasıl da kolayca birbirinin içine geçebileceğini de gözlemlemiş oluyoruz aslında.
NeuraLink’i gözlerinizin önüne getirin mesela. Şimdilik felçli hastalara yardımcı olabilmek adına geliştirilip insan beynine yerleştirilen bu çipler, nörobilim ve yapay zeka teknolojilerinin durdurulamaz yükselişleri sayesinde belki de bir kaç yıl sonra Lumon’un ayrıştırma çiplerine evrilebilir. Popüler bilimkurgu dizisi Black Mirror‘un bazı bölümleri günümüzde realite haline gelmedi mi? Meta, Apple, Google gibi teknoloji devi firmaların; çalışanların içeride gördüklerini dışarıya kesinlikle taşıyamayacaklarına dair sözleşmeler imzalatması, Lumon’un asansörlere yerleştirdikleri kod dedektörlerini ve dışarıya bilgi transferi yasağını andırmıyor mu sizce de?
Diziyle ilgili değinmek istediğim birkaç husus daha var:
Her bölüm heyecandan kıpır kıpır olmak, gündüz düşlerimde kendimi bir dizinin üzerine istemsizce düşünürken bulmak, dizi çabuk bitmesin diye yavaş izlemek ile meraktan çatladığımdan hızlıca bitirmek arasında gidip gelmek… O kadar uzun zaman oldu ki bunları hissetmeyeli, hakikaten özlemişim. Son dönemlerde sektörde kalite o kadar düştü ki hasret kaldık böyle dizilere. Gerçi Severance yeni çıkan bir dizi değil, ama bu diziyi geç keşfettiğim için hiç de üzgün değilim. Çünkü bu diziyi çıkar çıkmaz izleyenleri düşünüyorum da, üç senedir nasıl bekliyorsunuz? Ben sezon finalinde heyecandan ve meraktan çocuk gibi çığlık atıp koltuğu tekmeledim. Her gece uyumadan kafamda teoriler dönüp duruyor hâlâ. Hakikaten peygamber sabrı varmış bekleyenlerde.
Dizi gerilimin ne olduğunu öğrenmek isteyenler için de bir ders niteliğinde adeta. Severance hiç çaba harcamadan, efor sarf etmeden, yalnızca akıp giderken, boş bir duvara bakarken, dakikalarca bir tek diyalog dahi olmadan akarken, sizi gerim gerim gerebilmeyi başarabilen ender yapımlardan birisi. Hiçbir konuşma olmadan çıt çıkmadan yalnızca piyano ve telefon sesiyle bile ne kadar gerildiğimi hatırlayınca oturup yeniden izleyesim geliyor diziyi. Bu belirttiğim nedenlerden ötürü dizinin ilk bölümü biraz ağır gelebilir tabii, ama kesinlikle pes etmeyin. Ama benim için tam olması gerektiği gibiydi ve dizinin genel havasına ve konseptine gayet uyumluydu. Keza Hannibal için de aynı şeyi söylerler mesela ama o da muazzam bir eserdir. Breaking Bad‘in ilk sezonunu düşünün, ne kadar yavaş ilerliyordu değil mi? Bana güvenin ve bu diziye bir şans verin zaten hikaye zamanla sizi içine çekecektir. Ben kolay kolay bir yapıma kefil olmam, ama Severance’a kefilim!
Dizinin müziklerinden sorumlu Theodore Shapiro’nun, piyano sekansları ve intro animasyonu beni ve zihnimi esir aldı adeta. Müzikten konu açılmışken eğer benim gibi bir metal müzik dinleyicisiyseniz, sırf 4. bölümdeki ”Enter Sandman” çalan cenaze sahnesinin hatırına dahi izlenir bu dizi. İzlediğim en iyi dizi bölümlerinden birisiydi 4. bölüm. Ekibin geri kalanı da ultra tecrübeli ve kendini ispatlamış insanlar bu arada. Mesela merak edip yönetmene baktım ve Ben Stiller’i görünce çok şaşırdım. Çünkü kendisinin yönetmen kişiliğini bilmiyordum ve komedi filmleri dışında da bir yerde görmemiştim. Ama çekim açıları ve teknikleri, ışıklar ve sahneler baş döndürücüydü. Bu adamın bu şaheserin yönetmeni olabileceği aklımın ucundan dahi geçmezdi. Yazar desen, Dan Erickson diye adı sanı duyulmamış bir adam ve bu iş dışında neredeyse hiçbir dizi veya filmde ismi yok. Ancak tanınırlık ve popülarite hiç önemli değil, çünkü adam bu işe ruhunu katmış. Dizideki her detayı öylesine ustalıkla işleyip hikayeye yedirmiş ki, hayran olmamak elde değil. Hatta ileride bir ”Severance Detaylı Analiz” yazısı yazıp tüm bu detayları uzun uzun inceleyerek sizleri şaşırtmayı ve diziye biraz daha hayran bırakmayı planlıyorum.
Bir eseri tükettikten sonra-bu bir dizi, bir film bir kitap vs. olabilir- eğer o eser sizi düşünmeye sevk ediyorsa, içinizde bir his uyandırabiliyorsa, işte ancak o zaman ölümsüzlüğe erişir ve kıymete bürünür. Sizleri, üzerine düşünmeye sevk edemeyen bir esere harcadığınız vaktin, benim nazarımda Mark’ın İçsel’inin buruşturup çöpe attığı peçeteden bir farkı yoktur, çünkü boşa gitmiştir. Sizlere üzerine bolca düşünebileceğiniz bir sürü soru armağan ederek yazımı sonlandırıyorum. Bir sonraki yazıda görüşmek dileğiyle, hoşçakalın!
Yazıyla ilgili videoyu Nasip’in 40IP kanalından, Youtube üzerinden de izleyebilirsiniz: Severance Bu Diziye Kefilim! (ed. n.)