Bu hafta işlerin yoğunluğunun artması dolayısıyla yine bir sesli kitap uygulaması üzerinden soluksuz dinlediğim bir kitabı tanıtmak istiyorum.
Çoğumuzun bildiği tepedeki ev isimli kitabıyla gotik edebiyat alanında gönüllere taht kuran Shirley Jackson’ın daha önce hiç duymadığım ama ismini okur okumaz dikkatimi çeken bu kitabını ve korkunç öyküsünü ne kadar översem hakkını verebilirim, bilemiyorum.
Açıkçası kitap bittikten sonra yaptığım ufak araştırmada, kitabın patriyarkal cinsiyet rollerini sorgulayan, yer yer alay eden, (tabii en sevdiğim kısım olan) akıl hastalıklarının gösterge ve ilerleyiş şekillerini dibine kadar sorgulayan öyküsünün sadece benim dikkatimi çekmediğini, feminist ve queer teorilerinin de atıf yaptığı bir eser olduğunu farkettim. Tek kelimeyle zamanının çok ötesinde bir öykü olan biz hep şatoda yaşadık eserini korku ve fantastik edebiyat seven herkese beş yıldızla tavsiye edebilirim.
Öykü, 1920/1940 yılları arasında Amerika’nın uzak ve kırsal bir kasabasında bize adını söyleyerek kendini tanıtan, 8/9 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğimiz, güzel ve tuhaf bir kızın, oyun ile gerçek arasında hayatı tanımlamasını anlatmasıyla başlıyor. Bu çocuk ve neşeli kız, ataerkil toplumun acımasızlığı içerisinde kendini gerçekleştirmek için kafasının içinde kurduğu oyunlarla ve çok sevdiği ablasıyla günlerini geçirmeye çalışmaktadır. Büyümeye ve yetişkin olmayan hiç niyeti olmayan, aslında kafasındaki yaş algısıyla bedeni de aynı gitmeyen bu nazik ama gözüpek sosyopat kız, ebeveyn rolüne büründürülmüş ablası (parentified daughter) ve ilerleyen bir demans hastalığı olan amcası ile devasa bir köşkte, para sorunu olmadan ama toplumdan dışlanmış bir şekilde yaşamaktadır. Tek ve en iyi arkadaşı kedisidir. Ayrıca bir gün tek boynuzlu atlara binerek ayda yaşamaya başlayacaktır. Bu ailenin bu kadar dışlanmış olmasının sebebi ise, ebeveynlerinin bir anda sebebi bilinmeyen bir şekilde zehirlenip ölmüş olmasıdır.
Shirley Jackson, bu harika öyküde toplumsal cinsiyet rollerinin ne kadar derinden işlenmiş bir köleleştirme mekanizması olduğunu, bu rollerin özellikle kadınların akıl hastalıklarını nasıl yönlendirdiğini, aynı baskının kadınlar kadar olmasa da erkeklerin üzerinde nasıl sahnelendiğini, iliklerinizde hissedeceğiniz bir ürpertiyle anlatıyor. Kitabın ana karakteri ve anlatıcısı olan Merricat’in bakış açısından OKB’den travma sonrası stres bozukluğuna oradan da derin ve çılgın bir intikam duygusu içerisinde kasabayı yakıp yok etme hissiyatına büründüğünüzde bana oldukça hak vereceğinizi düşünüyorum.
Sonuç olarak Shirley jackson tarafından yazılan bu kısacık, tadı damağınızda, ürpertisi saç derinizde kalacak bu harika kitaba bir şans vermenizi tavsiye ederim. Ama tabii ki, yatırım tavsiyesi değildir.