Alt-Kültür, Sorumluluk Bilinci, Depresyon ve Y-Nesli’nin Yolculuğu

Merhabalar. Bu yazının başlığı belki alışılagelmiş yazılarımdan farklı bir yazı olacağının belirtisi oldu nitekim öyle de olacak. Benim de şahsen bu tarz bir konuyla ilgili epey süren çalışmalarımın ardından ortaya çıkardığım ilk yazı olacak bu, ama devamı da gelecek. Umarım anlatmak istediklerimi doğru şekilde aktarabilirim. Nispeten uzun bir yazı, belki bir kahve eşliğinde daha iyi gidecektir. Neyse, başlayalım.

Öncelikle Kahramanın Yolculuğu nedir, onu açıklayayım. Kahramanın Yolculuğu aslında hemen hemen bütün fantastik bilim-kurgu yazılarının ve aynı zamanda daha bir çok farklı alanda üretilen roman ya da hikayenin bir nevi ortak temasıdır. Anlatılan hikayenin bir kahramanı vardır ve bu kahramanın hikayesinin sevilmesi, ilgi çekmesi ve insanları etkilemesi açısından bir nevi reçete olarak ortaya çıkmıştır. Bir çok bu konu hakkında araştırma yapan insan tarafından incelenmiş ve en nihayetinde ortaya da bu kalıp “Kahramanın Yolculuğu” olarak çıkmıştır. Kahramanın Yolculuğu, hikayede anlatılan kahramanın o an sahip olduğu yaşantısını arkasında bırakarak bir maceraya çıkması, bu macera esnasında çeşitli iniş ve çıkışlar yaşadıktan sonra zafere ulaşması ve tekrar evine geri dönmesidir. Ancak kahraman bu macera sırasında yaşadıkları ile kendisini geliştirmiş, maceraya ilk çıktığı zamanki insandan daha farklı ve daha bilgili bir hale gelmiştir. Yazının kapağında bu döngünün şeması da gözükmekte. Bu tema birçok yazar için güzel bir macera ortaya koyarken kullanışlı olmakla beraber en nihayetinde günümüz dünyasında da aslında her birimizin başına gelebilmesi muhtemel bir takım periyotları temsil etmektedir. Zaten kişisel gelişim ile ilgili olarak bakıldığında, “kendisini bir noktaya ulaştırmış” insanların tümünün aynı macerayı yaşadıklarını görmek mümkün. Dolayısıyla “Kahramanın Yolculuğu” dediğimiz süreç, kendi hayatımızda bir yerlere gelmek için verdiğimiz çabalar, yaptığımız fedakarlıklar ve yüzleştiğimiz şeyler açısından gerçek hayatla analog olma durumundadır. Belki kahramanımız bir ejderhayı öldürüp sevdiğini onun elinden kurtarmak için savaşmıştır ve başarmıştır. Bunu gerçek hayata uyarladığımızda ise ejderha patron, sevgilisi ise senelerdir almak isteyip alamadığı ancak hak ettiği maaş artışı olabilir 🙂

Bu gibi analog örnekler üretmek istenirse gerçekten inanılmaz sayıda örnek ortaya konabilir. Okuyup dinlediğimiz hemen her türlü fantastik macera, hikaye ya da destan incelendiği zaman aynı temanın çok yüksek ihtimalle orada olduğunu görmek mümkündür. Ve insanlar bundan sıkılmaz, sonunu bilseler ya da tahmin etseler bile okur ve dinlerler. Çünkü insanlara kendi hayatlarında tamamladıkları ya da tamamlamak istedikleri kişisel mücadelelerini hatırlatır, onlara umut verir ya da başarılarını hatırlattığı için belki de tekrar mutlu olmalarını ve kendileriyle gurur duymalarını sağlar. Ve gerçekten eğri oturup doğru konuşmak da lazım, kendi yolculuğuna Karanlık Lord’un yanında başlayan Snape, yolculuğunu tamamladığı zaman artık bir zamanlar olduğu insanın çok daha ötesinde, daha derin ve bir yerde kendisinden öte kavramlara kendisini adamış haldedir. Ve macerasının sonuna geldiği zaman yine Karanlık Lord’un yanına geri dönmüştür ancak yanından ayrılırken ki Snape artık değişmiş, daha yüce ideallere sahip, daha önemli planları olan birisi olmuştur. Ve en nihayetinde de bunların peşindeyken canından olmuştur. Ve okuyanlar Snape’i severler. Senelerce ve yüzlerce sayfa boyunca nefret ettikten sonra aşağı yukarı 100 sayfa içinde Snape karakterine aşık olmuşuzdur. (RIP Alan Rickman)

Kahramanın Yolculuğu’nu incelemeye devam edersek eğer mevzu bahis kahramanımızın macerası süresince aynı zamanda birçok sorumluluk aldığını hatta belki istemese bile sorumluluk almak zorunda kaldığını görürüz. Han Solo örneğine bakarsak görünürde “Etliye sütlüye karışmam, ben parama bakarım.” diyen birisi olsa bile en nihayetinde tükürdüğünü yaladığını ve rahatlıkla kolaya kaçabilecekken belki vicdan yaparak, sorumluluğu aldığını ve elini taşın altına koyduğunu görürüz. Han Solo’yu da ayrı bir severiz elbet, mizacının da bunda bir faktör olduğunu kabul etmek lazım. Ama o karakterde de kendimizden parçalar görürüz. Çünkü hiçbirimiz doğuştan iyi veya kötü değiliz. Solo’da aslında kendisinden beklenen İsyancıları satıp kendi yoluna gitmesi iken yani kötü diyebileceğimiz bir şey yapma fırsatı varken yapmayarak zor ve iyi olanı seçmesi, karakteri bize daha çok yaklaştırır.

Aklıma gelen ilk birkaç örnek ile sanırım anlatmaya çalıştığım şey biraz daha netleşmiştir. Fantastik bilim-kurgu ya da alt-kültür öğeleri -ve elbette daha nice türler- bu döngüyü içerisinde barındırır ve çok da mantıklı bir sebep vardır bunun için, gerçek dünya da aynı bu yolculuğun kendisidir. Kimimiz maceraya başlar, kimi macerayı bitirir belki bazısı kaybolur hatta bazıları maceraya bile çıkmaz. Ama hepimizin önünde bir macera vardır ve buna başlayıp başlamamak bizim elimizdedir. Elbette gerçek hayatta ejderhalarla dövüşmüyoruz. Bu arada belirtmem lazım, bir ejderha ile dövüşmek herhalde başımıza gelebilecek en zorlu şey olabilir. Ejderha bu.

Günümüzde yaşadığımız toplum gerçekten çok farklılıklar gösterebiliyor. Ancak çeşitli ortak sorunlara göz dikecek olursak, belki yanılıyorumdur ancak ekseriyetle 20 yaş civarı olan insanlarda ergenliğin de etkisiyle aşırı depresyon ve sorumluluk almaya karşı muazzam bir açlık görüyorum. Ama aynı zamanda bir takım sebeplerden ötürü olarak bu genç arkadaşlarımızda çok kolay vazgeçme, hayallerin ve umutların aşırı kırılgan olması ve başarı elde etmeye yönelik bir açlık da aynı anda kendisini gösteriyor. İlk başta alakasız gibi görünse de bu vazgeçmişlik durumu çaba sarfetmekten ve sorumluluk almaktan kaçınma olarak ortaya çıkıyor ve bu olunca da haliyle başarısızlık ve depresyon kendisini göstermeye başlıyor. Sonuç olarak az önce bahsettiğim döngünün tam zıttı olan bir başka döngü ortaya çıkıyor. Başarısız oldukça daha çok depresyona giriyor, sorumluluk almaktan daha çok kaçınıyorlar. Ve yerinde duramayan bir canlı olarak biz insanlarda bu durum kendisini bir nevi açlık gibi ortaya çıkarıyor. Ama açlığı giderecek cesareti bulmak da bambaşka bir güçlük oluyor.

Elbette bu durum gayet yaştan bağımsız herkesin başına da gelebilir ama özellikle karakterin tam olarak oturmaya başladığı bu sürecin başında olan arkadaşlarda etkisi çok daha şiddetli oluyor. Bir şeyler başarabilmeye duyulan açlık, diğer insanlardan onay görememe korkusu ve “ne işe yarayacak ki yaa?” gibi bir önyargı yüzünden bir türlü doyurulamıyor ve kişinin başardığı şeylerin sayısı da artmadıkça sahip olunan ön yargı ve korkular daha da büyüyor ve en nihayetinde aşılması çok daha zor bir engel teşkil ediyor. Bu noktada kişinin içerisinde bulunduğu durumu kabullenmesi oldukça önemli bir şey. Zamanın da geçtiğini düşünecek olursak belki 20-25 yaşlarında başarısız birisi olmanın çok da bir önemi olmasa bile 30-35 yaşında hala aynı şekilde başarısız birisi olmak gerçekten çok kötü bir şey. Yaşlı bir çocuk olmak kadar herhalde çirkin bir şey yoktur.

Tabi burada çocuktan kastım kimsenin nargile cafe-boy tipinde takılması gerektiği falan değil. Giyim-kuşam, dış görünüş ya da davranıştan bağımsız olarak konuşuyorum. Yaşı insanın kaç olursa olsun gülebilmeli, eğlenebilmeli, saçma sapan şekilde davranabilmeli. Ancak olgunluk zaten nerede nasıl davranılması gerektiğini bilmekle ilgilidir ve sorumluluk almayan insanlar bunun önemini anlayamaz çünkü bu kavramın ne demek olduğunu bilemez. Dolayısıyla hayatında o ya da bu sebeple sorumluluk almamış, almaktan kaçmış ya da bu sorumluluğu başkalarına bırakmış kişiler yaşları kaç olursa olsun olgunlaşamazlar ve zaman ilerledikçe saçlarında aklar olan kocaman çocuklara dönüşürler.

Kendi hayatımızdaki yolculuğumuzda tahmin ediyorum ki ne yaşamış olursak olalım, ne kazanmış ve ne kaybetmiş olursak olalım önümüzde her zaman başka birçok maceranın başlangıcını verecek anlar olacak, olaylar gerçekleşecek. Maceraya çıkarken ne olduğumuzdan ziyade, tekrar evimize döndüğümüz zaman ne olduğumuz çok önemli ve bu aradaki farkın miktarı da sadece ve sadece istediğimiz şeyin peşinde, gerektiği şekilde sorumlulukları kabul ederek bunlarla mücadele etmemize bağlı. Bu yola çıkıp, gerekli sorumlulukları üstlendikten ve ona göre davrandıktan sonra o lanet olası ejderhayı öldürüp öldürmemenin pek de bir önemi kalmıyor aslında. Başaramasak bile en azından aynı yola tekrar çıkabilir, kesebilecek daha ufak bir ejderha bulabiliriz. Ya da en önemlisi belki de ejderha kesmenin kaderimiz olmadığı gerçeğini anlayarak başka bir yola çıkabiliriz. Her türlü elde edilecek sonuç bizim için bir artıdır. Ve bu sorumluluğun da dev gibi bir şey olmasına gerek yok. Çok basit şekilde rutin davranışlarımızda bazı değişiklikler yapma yoluna gitmek bile başlı başına bir macera olabilir. Bu konuya sonraki yazımızda daha detaylıca değineceğim.

Öte yandan bir kişinin bu durumu kabul etmesi, özellikle de yaşı henüz kemale ermemiş ise, oldukça önemli bir durum. Sorumlulukları almaya başlayan, bunlar doğrultusunda gerekeni yapan ya da en azından yapmaya çalışan herkes, öyle ya da böyle bir ödül alacak ve en başındaki halinden çok daha bilinçli ve bilgili, daha üst mertebeye atlamış bir şekilde bu yolculuğunu tamamlayacaktır. Elbette bunu çok büyük bir olay olarak düşünmemek lazım. Çünkü bu işin bir sonu yok. Sorumluluklar yaş ilerledikçe sadece daha artarak, daha önemli hale gelere üstümüze yağıyor sürekli. Ve ilk başta önümüze çıkan engeller, gereklilikler ve sorumluluklar ilerleyen yaşımızda karşılaşacaklarımıza kıyasla çok daha ufak şeyler olma eğilimindedir, belki bazı istisna denebilecek ve rastgele gerçekleşebilen durumları konu dışı tutarsak. Dolayısıyla seviye atlamaya ne kadar erken başlarsak, o kadar iyi olacaktır. Yukarıda da dediğim gibi, belki 20 yaşınızda hala daha çözemediğiniz bir kötü huyunuz, zararlı bir alışkanlığınız teknik olarak kimseyi irite etmese bile, 35 yaşına geldiğiniz zaman gerçekten kimse tarafından kabul görmeyecektir. Hiç kimse kendi olduğu yaşta olmayan hele de kendi yaşından çok daha küçük bir yaşta kalmış yaşlı bebekleri sevmez. Bu neresinden bakarsanız bakın insanların sanki iç güdü gibi sergilediği bir davranış. 3 yaşında iki çocuktan beklentiniz ikisinin de 3 yaşında davranmasıdır. Eğer birisi hala 2 yaşındaymış gibi davranırsa, çocuklar arasında bir fark görülecektir örneğin. Kavga falan ederler muhtemelen. Ama elbette bu o kadar da büyük bir sorun değil. Bir de 35 yaşına gelmiş iki kişiden bir tanesinin hala aslında 20 yaşında kaldığını düşünürseniz, anlatmak istediğim durumun ne kadar çirkin olabileceğini biraz görebilirsiniz. Ve asıl sorun da burada kendisini gösteriyor.

Şu an 20-25 yaş arasındaki birçok tanıdığımda gördüğüm şey ise aynen bu durum. Belki ailelerinden, belki arkadaş gruplarından, belki tamamen kendileri ile ilgili bir takım sebeplerden ötürü yaşlarını biyolojik yaşlarına göre ilerletmeyi beceremiyorlar. Aslında empati yapıp bakıldığı zaman anlaşılabilir. En azından 30-35 yaş grubunda olan benim akranlarım ve bizden öncekiler bu yaşlarında en fazla MSN Messenger’da sohbet ediyor, kişisel iletisine “Yürüdüğüm yol ateş dolu, basamazsın.” gibi aforizmik laflar yazıp kendine rumuz olarak “Gecelerin_Yarqıcı” seçip oradan prim yapabiliyordu. Eh, kimse de bunlarla ilgili beğeni almıyor, bunu zbadanak diye 150 insana sunamıyordu. Bir yerde yapabildiğimiz tek şey, herhangi bir geri dönüş almadan insanlara kendimizi göstermekti. Günümüzde bu kırılmış durumda ve bunun çeşitli sebepleri var elbet. Çok daha kolay sosyalleşebiliyoruz. Yazdığımız, paylaştığımız şeyler çok fazla ve bunların geri dönüşleri çok hızlı olabiliyor. Sürekli bir podyumda duran ve gayet normal olarak ergenliğini buram buram yaşayan gençler de kuvvetle muhtemel bir nevi kalabalık önünde süt dökmüş kedi misali hareket etmeye çekiniyor. Hatta biraz vizyon yoksunuysa, bir anlık gazla sorumluluğu alıyor ama daha sonradan harekete geçmiyor, gerekeni yapmıyor ya da yapmaya çekiniyor. Hata yapmaktan korkmak, hatayı görebilecek insan sayısı arttıkça dramatik artıyor haliyle. Ve sosyal medya hali hazırda var olan onlarca nedenden sadece birisi. O sebeple genç dostlarımızın büyük kısmında yaşanan bu “bir garip olay”ı aslında anlayabilmek çok kolay. Tabi ki de günümüz şartlarının bizlere sunduğu çeşitli imkanları kullanmamak çare değil. Yani MSN Messenger’da kamera açmaya çalışmış bir neslin mensubu olarak söylüyorum bunu. O çileyi ancak ICQ’da aynı şeyleri deneyen abilerimiz, ablalarımız bilebilirler. Dolayısıyla başka çözümler bulmak lazım. Daha önemlisi, önceden insanların sahip olmak zorunda olmadığı birçok sorumluluğu kabul etmek zorunda bu arkadaşlar. Çünkü bu sorun gerçekten var, görmezden gelmek manasız.

Velhasıl, yazı dramatik uzun oldu ancak bu konuya aynen kaldığımız yerden ikinci bir başlık altında devam edicem. Bu konuyu biraz daha deştikten sonra da naçizane fikirlerimi, çeşitli şekillerde karşılaşabileceğimiz sorunlara ve mümkün çözümlerine yönelik düşüncelerimi anlatarak devam edicem. O zamana kadar hoşçakalın efendim.